Elma ağacına üzüm salmışlar.


Dışarıdan baksan üzüm…


Altına otursan elma…


Her tarafı yeşile bürünmüş.


Meyve “yok” denecek kadar az.


Bir adet el yapımı iki buçuk kişilik oturak…


Birkaç eski sandalye…


Birkaç kütük…


Ortaya iki eski masa koyup oturuyoruz.


Genelde elimizdeki malzeme yetmiyor.


Birkaç yıllık seyyar yemek masalarını ilave ediyoruz.


Plastik taburelere de zaman zaman ihtiyaç duyuyoruz.


Çaydanlıklar yeni moda…


Çelik…


Çinko çaydanlıkları bizim çocuklar bilmiyor.


Alüminyumları da biz unutturduk.


Semaver işi bize tam uymadı.


O zaman çelik çaydanlığa diyecek bir şeyimiz yok.


Zaten metalin bir kerameti yok.


Keramet, muhabbette…


Biz toplanırız.


Yoldan gelip-geçeni durdururuz.


Zaten komşular bu işin vazgeçilmezi…


Çayda şeker olmasın.


Komşumuz yanımızda olsun.


Onlar için de öyle.


Biz çayı “Yaşar Emmim” ile içeriz.


O da bizimle içer.


Size de tavsiye ederim.


Komşu, çayın şekeridir.


Bir demlik çay demleyin.


Komşunuza seslenin.


Birlikte çay içmeyi deneyin.


Olmazsa, oluncaya kadar deneyin.
Hafta sonu böyle geçiyor.


Cumartesi sabahtan itibaren kapıdaki elma ağacının altındayız.


Çaylar, yemekler, börekler…


Hepinizin kolayca ulaşabileceği şeylerden yedik.


Hem de en ucuzundan.


Bol bol muhabbet ettik.


Havadan, sudan…


Geçimden, komşuluk ve akrabalıktan…


İnsanlıktan…


Anılarımızı tazeledik.


Hayallerimizi paylaştık.


Umutlarımız yeniden yeşerdi.


Çocuklarımız hemen dibimizde top oynadılar.


Masamıza top düştü.


Araçlarımızın camlarına-kaportalarına top attılar.


Kızmadık, ama onlara bağırdık.


- Gidin harmanda oynayın.


Gittiler.


Bağıra-çağıra oynadılar.


Biz çocuk bağırmaları arasında; kuş, kurbağa, kedi, köpek seslerini dinleyerek muhabbete devam ettik.


Ara-sıra yoldan geçen araçların gürültüsüne aldırış etmedik.


Hiç futboldan anlamadığımız halde Zonguldakspor’un maçını bile konuştuk.

Derken zaman daraldı.

Köşemi yazmam lazım.


Başladım.


Tam buraya geldiğimde, Aydın Arslanyılmaz arayıp sordu:


- Sen de mi maçın sonucunu bekliyorsun?


Malum, beklemiyorum.


Konuyu bulmuşum.


Maçın sonucu önemli...


Ancak daha sonrası en önemlisi…


Bu yazı yazılırken, Zonguldakspor’un maçına bir saat vardı.


Bizim konumuz, elma ağacının dibindeki muhabbet…


İstedik ya muhabbet edelim.


Çaydanlığın model ve markasının önemi yok.


Çayı kim bilir hangi ucuz marketten aldık.


Masalarımız eski model…


Ancak konu-komşu…


Çoluk-çocuk hepimiz ufacık bir elma ağacının gölgesine sığındık.
Bu açıdan bakıyorum Zonguldakspor’a…


Tüm şehir ayaklandı…


Beleşçileri…


Üçkâğıtçıları…


Hırsızı, arsızı…


Ve güzel insanlarımız…


Aslan yürekliler…


Namuslular…


Emektarlar…


Herkesin gözü orada…


Kızılcabölükspor’u yenersek, 2’nci Lige çıkacakmışız.


3’üncü Lig’de iken neyimiz eksikti?


Niye bu heyecan yoktu bizde?


Şunu anladım;


Biz istersek, küçücük bir topun gölgesine sığınan kocaman bir Zonguldak olabiliyoruz.


İşte tüm mesele burada…


İsteyelim…


Ne kaybederiz?


Maçı kaybetsek ne olur?


Kazansak ne çıkar?


Önemli olan bu birlikteliğin devam etmesi…


Birliğimiz bozulduktan sonra Süper Lig’de olsak ne çıkar?