Nedense, birdenbire, bir sabah aklıma çocukluğumun eski günlerinde bu üç kentimizden Zonguldak´a çalışmaya gelen insanlar ile ilgili bölük pörçük hatıralar geldi.

O yıllarda, Zonguldak´ta tüneller yeni açılıyor, yollar yapılıyor, dere yatakları ıslah ediliyor, binalar inşa ediliyor, velhasıl hummalı bir çalışma yapılıyordu.

Kars, Posof ve Ardahan´dan gelen insanlar, Trabzon´dan aktarma yaparak, gemi ile veya trenle Zonguldak´a gelirlerdi. Bu işçilerin başında işçibaşı (işçi ağası) bulunurdu. Bu ağaların kıl çadırları olurdu. Kıl çadırlar yazın serin, kışın sıcak tutardı. İşçi ağasının çadırının girişinde bir hizmetkarı olurdu. O, geleni haber verirdi. Aradan çok zaman geçtiği için, ben aklımda kalanları yazmaya çalışacağım.

Bu ağaların çadırları, çocukluğuma göre, çok büyüktü. Benim görebildiğim çadırların içi, set tabir edilen oturma yerleri, gayet kıymetli halılar ve işlemeli minderlerle döşenmiş olurdu. Bir köşede ağanın yatak denkleri üzerleri örtülü olarak dururdu. İşçiler, amele çadırı denen, ortadan direkli, kalın bezli, mahruki çadırlarda yatar kalkarlardı.

İstasyon düzlüğünde, şimdiki TTK Karayolları düzlüğünde ve şimdiki Üzülmez bölgesinin düzlüğünde, ağaların kıl çadırları kurulur, münasip bir yerde tuvalet ihtiyacı kulübeleri, bulaşıkhane gibi teşkilatlar olurdu. En büyük problem, ekmek ihtiyacıydı. Askerlerden tayın ve fırınlardan da, vesika dağıtım merkezleri tarafından verilen, tike diye tabir edilen ekmek karneleriyle de ekmek alınırdı.

İçme suyu, istasyon lojmanlarının orada bulunan kestane suyundan, ikinci makasta bulunan Fındık Suyundan, şimdiki Üzülmez Müessesinin orada bulunan çeşmelerden tenekelerle taşınırdı. Kullanma suları derelerden alınırdı.

Kars, Ardahan ve Posof´tan gelen işçiler çok düzgün insanlardı. Çoğunluğu iri- diri, hastalık bilmeyen kişilerdi. Karpuzu ve zeytini çekirdeğiyle yer, yaz kış ayaklarında çarık ve dolak giyerlerdi.

Babamın Yeni Çarşıda bakkal dükkanı vardı. Babam, dürüstlüğüyle nam salmış, hile bilmez, tanınmış bir esnaftı. Dükkanımıza geldiklerinde, yüksekçe bir yerden boyunlarına atlayıverirdim. Beni çok severlerdi.

Çok da pazarlıkçılardı..

Biz, Dünyanın en meşhur marka süt krema makinesinin bayisiydik. Onlar, gemiden Zonguldak´a ayak bastıklarından itibaren pazarlığa başlarlardı.. Nihayetinde, gemi kalkıncaya kadar, inatla pazarlık ederler, sonunda satın alırlardı.

Kalın ipe urgan denir. Bizim köylünün saman arabası urganı 12 kulaç olur. Onlarınki, 32 kulaç olurdu. Köylüler, saman arabası urganını da bizden satın alırlardı.

Yukarıdaki satırlar, Canım Babamın son ve tamamlayamadığı yazısıdır.

Daha önceki yıllarda daktilosunda kendi yazdığı yazılarını, son iki yıldır, birlikte yazar olmuştuk. Salı günleri, babam diyalize gitmediği ve evde olduğu için, bizim yazı günümüzdü. Sabah 11 gibi dizüstü bilgisayarımı alır, babamın yanına çıkardım. Salondaki koltuğuna otururdu, ben de bir sandalyeyle yanına. Önümüzdeki sehpaya bilgisayarı koyar, çalışmaya başlardık. İlk iş, internetten en son çıkan yazısına bakardık. Çok merak ederdi, kaç kez okunmuş, kimler ne yorumlar yazmış. Hepsini tek tek okurdum. (Bazen, yorumlara cevap yazdırırdı.) Eğer 500- 600 tıklama olmuşsa, çok hoşuna giderdi. Facebook´taki yorumlara da göz attıktan sonra, o günkü yazısına başlardık. Daha önceden, kafasında düşünmüş olurdu konusunu. Bazen, ´babacım, sen küçük notlar al, daha kolay olur, onun üzerinden yazalım´ derdim. ´ Gerek yok, hepsi benim kafamda´ derdi. Gerçekten de, kafasındaydı. Hiçbir gün, konu sıkıntısı çekmedi. Anlatacak o kadar çok şeyi vardı ki...

Gözlerini kapatır, sohbet eder gibi anlatmaya başlardı. Ben de anlattıklarını yazıya dökmeye. İki paragrafta bir, tekrar okuturdu en baştan. Bazen bir kelime ya da cümle üzerinde tartışırdık. Öğlen saat bir gibi yazı biter, o namazını kılar, yatardı. Ben de tekrar tekrar okur, düzeltmeleri yapar, ertesi gün yayınlanmak üzere, Atilla´yı arar, yazısını gönderirdim. O daha sonra tekrar Ali Rıza´yı ve Atilla´yı arar, ´Öyle ilaç kağıdı gibi ufacık yazmayın, iri olsun harfler´ diye tembihlerdi. Namık Abi de bir göz atar, ara başlıklar eklerdi.

Geçen hafta Salı günü ben gene bilgisayarımı alıp yanına gittim. Yatak odasında yatıyordu. Tekerlekli sandalyeyle salona getirdik, koltuğuna oturdu. Bir önceki yazısına (Zonguldak kestane ağaçları başlıklı) baktık, az buldu okunma sayısını.

Sonra hafif bir sesle bir şeyler söyledi. ´Ne dedin, anlamadım´ dedim. Üç kez tekrarlayınca anlayabildim: ´Kars Posof´ diyormuş meğer, yeni yazısının başlığıymış. Başladık..Öyle güçsüzdü ki..söylediği kelimelerin sadece ilk harflerini anlayabiliyordum, sürekli tekrarlatıyordum. Kafasını toparlayamıyordu sanki. Çok halsizdi. Nefesi zorluyordu biraz. Balkon kapısını açtırdı.

Üç paragraf falan yazdık, ´bugün çok isteksiz yazdım, şimdi ara verelim. Zaten Erdal´a soracağım şeyler de var, onun anlattıklarını da ekler, sonra tamamlarız´ dedi. ´Sonra yazarız...´ Bıraktık..

Sonrası olmadı, olamadı...Cuma günü apar topar götürdüğümüz hastanede, Salı günü son nefesini verdi Canım Babam. O kadar yorulmuştu ki..12 sene önce bypass olmuş, daha sonra da kalp pili takılmıştı. Üç yıldır gittiği dializ tedavisinden çok yorgun düşmüştü. Bedeni ve kalbi artık dayanamadı.

Son beş yılda, defalarca hastanelere yattı, günlerce kaldı, hatta yoğun bakımlarda yattı gecelerce..Oralarda da gözlemler yaptı, yazıya döktü hastane hallerini. Bu kez de biraz toparlanıp çıkar diye umuyorduk, ama nafile..

Çok sevdiği, şiirler yazdığı sonbahar, rüzgarıyla alıp götürdü O´nu bizlerden. Tam da bir bayram arifesinde.

Arife günü, Fener camisindeki Cenaze namazına sevenleri, sevdikleri akın akın geldiler. Avlu yetmedi, sukun içinde, yollarda saf tuttular. Sanki hepsiyle bayramlaştı, vedalaştı. Güneşli, ılık ve ıslak bir sonbahar gününde, rüzgar sararmış yaprakları uçuştururken, gözyaşları ve dualar O´nun içindi.

Çok sevdiği Zonguldağının sokaklarından son kez geçip gitti, önceden hazırladığı aile kabristanımıza. ´Tut ellerimizden Cennette buluşalım´ dediği Nazlı kızının yanına..

Tıpkı Camii avlusunda olduğu gibi, evimiz dolup dolup boşalmakta. Her kesimden, her görüşten, her yaştan insan, kadını erkeği, genci yaşlısı onunla ilgili o kadar güzel şeyler anlatmaktalar ki..

Onun gibi bir babanın evlatları olmaktan gururluyuz. Ne mutlu O´na, ne mutlu bizlere.

Ah benim Canım Babam..

Hep bakıyordun yazılarına, kaç kez okunmuş diye..Kendi rekorunu kırdın, vefat heberinle..Tam 2298 tıklama. Yorumlar, yorumlar.. Sadece bizleri değil, herkesi üzüp gittin. Torunlarının taktığı isimle, tüm Zonguldak´ın Şeker Dedesi oldun.

Anladık ki, seni sadece bizler değil, sevdalısı olduğun Zonguldak da unutmayacak.

Mekanın cennet olsun.

Şimdi, bu yazıyı senin gibi bitirmeden olmaz ki.

´Sonbaharın keyfini çıkartın, Göldağı´na, Kent Ormanına gidin. Pazardan taze köy (kuzu) ıspanağı, ceviz, kestane alın.

Sağlıkta ve huzurda olmanızı dua ederim

Derdin, mutlaka sen

Berran Şeker Aydan