Avrupa’nın bilmem neresinde?
Dinimize sövüyorlar.
Peygamberimiz  Hz. Muhammed (SAV)’a hakaret ediyorlar.
Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’i yakıyorlar.
***
Bürokrasi kendi dilinde cevap veriyor.
Siyaset de öyle.
Bir de bizdeki din işlerini organize eden bir kurum var.
O ne yapıyor?
Cuma günleri hutbe okutuyor.
Yaktılar.
Yakamazlar.
Hakaret ettiler.
Edemezler.
Sövdüler.
Sövemezler.
Başka…
Müftü efendinin biri çıkmış.
Beddua ediyor.
- Felç olsunlar.
Amin.
***
Dua etsene…
“İslam’ı yeryüzüne hakim kıl” diye…
Bu üslup İslam’ın üslubu değil.
Geçtik.
Biz ne yapıyoruz?
Tepki koyan.

Aşağılayan.
Ya da sert cevap veren herkesi alkışlıyoruz.
- Helal olsun…
Falan filan diyoruz.
***
Ne yapmalıyız?
Asıl sorulması gereken soru bu.
Biz İslam’ı yaşatmak istiyoruz.
Yaşamıyoruz.
Ve yaşama gayreti içerisinde değiliz.
Biz öğrendiklerimizi başkasına anlatıyoruz.
Kendimiz yapmıyoruz.
Sonra da bu hale düşüyoruz.
Biz nefsimize nizam verme mücadelesine girelim.
Hatta niyet edelim.
Bir besmele çekelim.
Dünyanın nizamı değişir.
Biz de yok.
Bizim kimliğimiz yok.
Konuşurken…
Tanımak, tanışmak için soruyorum.
Kimsin?
Önce bir bağ…
Falancanın yakını…
Anne, baba, dayı, emmi…
Yoksa ailede bilinen biri…
Bu kez futbol takımı…
Siyasi parti.
Cemaat…
Sivil toplum kuruluşu…
Öyle bir unvan.
Olmazsa…
Çalıştığı iş yeri…
Öyle bir kartvizit.
***
Örnek…
Vatandaşın biri takdir edilecek bir iş yapıyor.
Sessiz sedasız.
Reklamsız.
Misafir olan birinin de gözünden kaçmıyor.
Yanındakine dönüyor.
- Helal olsun.
Bak ne güzel yaptı.
- O benim komşum…
Hemen paye alma gayretine giriyoruz.
***
Mesele…
Biz kimiz?
Bizim adımız, soyadımız yok.
Kimliğimiz yok.
İslami bir kimliğimiz hiç yok.
Bu memlekette ‘Müslümanım elhamdülillah’ diyen bir kişinin bilmesi gerekenden daha az bilgiye sahip insanlara din hizmetinde görev veriliyor.
Velhasılı.
Eğer bir gün niyet edersek İslami bir hayat sürmeye…
Dünyanın hiçbir yerinde bizim kutsalımıza hakaret etmeyi bir kenara bırakın…
Aklından bile geçiremez.