Yazıyoruz.
Aklımızın erdiğini, gözümüzün gördüğünü.
Doğru bildiğimiz çerçevede yazıyoruz.
Yazıyoruz.
Yazıyoruz.
Sonra dönüp bakıyoruz.
Ne olmuş?
Hani yazdık da ne oldu?
Öyle diyorlar ya!
Biz üzerimize düşeni yaptık.
Yazdık.
Efendim bugün makamları işgal edenler görevlerini yapmamış olabilir.
Biz notumuzu düşelim tarihe.
Gün gelir.
Verilen görevi layıkıyla yapacak insanlar o makamlara oturur.
Açar eski defterleri.
Sorar.
Hak yerini bulur.
Varsayalım ki biz yanıldıK.
Ya da ömrümüz vefa etmedi.
Hak var.
Er geç tecelli eder.
Mizan var.
Kim zerre miktarı iyilik yapmışsa karşılığını alır.
Kim zerre miktarı kötülük yapmışsa o da karşılığını alır.
Biz üzerimize düşeni yapalım da…
Yok bürokrasi kolluyormuş.
Yok siyasetin seçim beklentisi varmış.
Görmezden geliyormuş.
Duamız da bu…
Bedduamız da.
Allah herkesin gönlüne göre versin.
Gönlünüze bakın.

Uçtu gitti…
Sonra…
Sen gittin.
O gitti.
Siz gittiniz.
Bir ben kaldım.
Benden uzak.
Aslında siz gidince.
Ben de kalmadı.
Kocaman bir hiç.
Umutsuz.
Hayalsiz.
Amaçsız.
Neşesiz.
***
Sanmıştım ki…
Hayat dört mevsim.
Çocukluğum ilkbahar.
Bizim memleketin baharı olmaz.
Soba evin ortasından hiç kalkmaz.
Öyle de oldu.
Çocukluk da neydi?
Koca koca adamların kaçtıkları sorumlulukları…
Görev bildik.
Sarıldık hayata dört elle.
Yazlar yaşamak istedik.
Ekini yel, mısırı sel…
Gençliğimizi el aldı gitti.
Ona hizmet.
Buna minnet.
Öbürüne sadakat.
Bunda da vardır bir hikmet.
Derken çaldı kapıyı ikinci bahar.
Meğer sona gelmişiz.
Hani sonbahar yaşayacaktık.
Kışa ne hacet.
İki mevsimde bitirdik ne varsa.
Heyecanlar.
Umutlar.
Hayaller.

Bir nefesmiş.
Söndü gitti.
Ya da…
Uçtu gitti…