İlkokul yıllarım.


İkindiye kadar okul, sonra tarla.


Akşam da kahveyi açıyorum.


İlk önce emekliler ve öğretmenlerim geliyor.


Kahvenin önüne çıkarıyoruz masaları. Başlıyorlar oyun oynamaya. Maça kızı, batak, elli bir, okey, altmış altı, domino vs..


Babam tarladan gelince, doğru ödev yapmaya.



Kahvedeki mesaim sayesinde köyün çalışmalarını, güncel işleyişini, dedikodularını, siyasi atraksiyonlarını öğrendim.


Büyüklerin köydeki rolüne göre kendi geleceğime bakıyordum:


Ama bulamıyordum.


Herkesi iyi tanıdığımdan onlar gibi olmak istemiyordum.


Bana göre hepsi cinsti:


Sessiz kalanı, pısırık olanı sevmezdim.


Kabadayı diye geçinene kızar &8216;manda gübresi&8217; derdim. Çocuklarına şefkat göstermeyene, onlar arasında iyi-kötü, cinsiyet, büyük-küçük ayrımı yapana kızardım.


Onların çocukları arasında husumet vardı.


Cimrileri, kendini beğenmişleri de &8216;ti&8217;ye alırdım.


Daha niceleri.


Dedem´e bakardım. Çok farklıydı. Ama onunla da herkes konuşamazdı.


Şimdilerde anlıyorum.


Sadece &8216;düzgün&8217; denilen insanlara çay ısmarlardı, ağırlardı.


Onlarla sohbet ederdi.


En sonunda okuyup öğretmen olmaya karar verdim.



En çok cin-peri, avcı palavraları, define, pehlivan ve abartılı çoban hikayelerini dinlemeyi severdim.


Cin-peri işlerinde, &8216;her şeyi bilen&8217; hocalar çok büyük adamlarmış gibi anlatılırdı.


Hayran kalırdım onlara.


Köyde herkes avcı; tilki vurmak, sansar kovalamak, domuz vurmak normal işlerdi.


Karavaz´ın &8216;ayı ile güreş&8217; hikâyesine ve &8216;geyik avı&8217; muhabbetine bayılırdım. Güç, kuvvet ve kudret vardı içinde.


Define yatağı bizim oralar.


Gizem, tarih, büyü ve efsaneler.


Zekâ fışkırırdı insanların gözlerinde define işaretlerini çözmek için.


Pehlivanların yiğitlikleri başlı başına ayrı bir konu.


Ve yüzlerce bacak davarını kurda kaptırmadan, derin ormanların yüksek tepelerinde otlatan çobanların hikâyesi de bir başka olurdu.


Beceri, kabiliyet ve iyi yürekliliğin yanı sıra vefa kokardı hikâyelerin içinde.



Bir zamanlar büyük yılan hikayesi anlatılıyor.


Dedem´in evine yakın bir kayalıkta barınırmış. Kimi &8216;kavı&8217;nı görmüş, kimi kuyruğunu, kimi girdiği deliği, kimi kafasını&8230; Bacak kalınlığı (60 cm çapında). Çok uzun. Uzunluğunu gören yok.



Bir Ramazan Bayramı.


Sabah erkenden koyunları çayıra saldık dedemle.


Kuşluk yapacağız. Sonra bayrama gideceğiz.


Koyunlar bahsi geçen mevkiide.


Çaktırmadan, ilk gördüğüm kayanın tepesine çıkıyorum.


Yılan gelirse göreyim diye.


&8216;Kara koyun&8217; durmaz. Bir oraya, bir buraya koşar. Oradan çevir, buradan çevir. Otların arasında kaldım, dizlerime kadar otlara gömülüyüm. Korkuyorum.


En yakın kayaya doğru hızla yürüyorum.


Derken otlar bir karıştı.


Yüksek bir hışırtı.


Ayağımdaki topuklu kara lastiğe bir şey vurdu. Ayaklarım yerden kesildi. Başladım düz alanda yuvarlanmaya.


Bağırıyorum, cırlıyorum. Yüz metre ilerideki Dedem´e ulaştım.


Dedem:


- Ne oldu?


- Yılan gördüm. (Halbuki görmedim.)


- Nerde?


- Oraya gitti. (Bilinen meşhur deliği gösterdim.)


- Tamam korkma.


Daha korkmadım.


Aradan zaman geçti.


Sordum:


- Yılan duruyor mu?


- Yılan mılan yok. Hem yılandan korkmayacaksın. Yılanın ömrü sürünmekle geçer. Sırf zehrini akıtmak için kafasını kaldırır. Akıtır, zararını kusar ve gider. Kuyruğundan tutarsan sokamaz. Ufacık bir yara açsan, karıncalar onu yer bitirir.


Kıssadan hisse:


Siz siz olun, çevrenizde yılan beslemeyin. Elinizde taş varken vurup kafasını ezin. Olmadı ufak bir yara açın, karıncalar yesin.