Köyümüz (Safranbolu’ya bağlı Güney Köyü), basamaklar oluşturarak derinleşen Soğanlı Çayı Vadisi’nin güneyinde, genişçe bir düzlük ve az eğimli kayalık araziler üzerinde yer alır. 50-60 yıl önceki çocukluk yıllarımda, köyün hemen dışında, düzlüklerin yamaca dönüştüğü hat üzerinde, en az beş-altı yüz yaşında olduğunu sandığım yaşlı bir sakızlığa (çitlembik) ağacı vardı. Etrafı açık olduğu için varlığı çok uzaklardan fark edilebilen bu anıt ağacın hala yaşamakta olduğunu da biliyorum.


Köylüler, bu ağacın bulunduğu yere “Doruk” derlerdi. Köyün erkekleri, iyi havalarda ve boş zamanlarında ağacın altındaki taşların üzerine oturur, hem sohbet eder, hem de yüz eli-iki yüz metre aşağıdaki Soğanlı Çayı’nın akışını ve vadinin öbür yakasındaki Ovacık ilçesine bağlı köyleri ve tepeleri temaşa (seyir) ederlerdi.


Özellikle yağışların bol olduğu ilkbahar aylarında, iki-üç yüz metre genişliğindeki yatağını lebalep doldurarak çamur renginde akan Soğanlı Çayı’nın ve çaya karışan büyük derelerdeki sel sularının coşkun akışını izlemek; sel suları ile sürüklenen taşların gümbürtüsünü dinlemek tam bir doğa belgeseli niteliğinde olurdu.


Hele sağanak şeklinde yağan yaz yağmurlarının ardından, duru bir havada parlayan güneşin, çayın vadisi üzerinde oluşturduğu gökkuşağının manzarası da müthiş olurdu. Köylüler gökkuşağına “eleyimsema” derlerdi ve bulutların çaydan su aldığını söylerlerdi. (Elinde yoğurt dolu bakraç ile eleyimsemanın altından geçebilenlerin cinsiyet değiştireceğini konuşurlardı!)


Doruk’ta, tarlalara giden yolun kenarında bulunan bu yaşlı sakızlığa ağacının altı, manzarası ve gölgesi nedeniyle hiç boş kalmazdı. Köylülerin seyir ve sohbet yeri olduğu gibi, sonbahar aylarında köyümüze gelen elekçilerin (Çingenelerin) de yerleşme yeri olurdu. Çadırlarını bu ağacın yakınlarına kurarlardı. Yaşam malzemelerini ve kendilerini taşıyan birkaç at ve eşeklerini de bu ağacın yakınlarındaki otlaklarda ve hasadı yapılmış tarlalarda otlatırlardı. Çocukluk dünyamda nasıl geçindiklerine, ne yiyip, ne içtiklerine akıl erdiremediğim bu göçebe insanların, üstelik kedileri, köpekleri de olurdu.


Köylülerin “elekçi” dediği bu bir iki Çingene ailesinin erkekleri, gündüzleri elek, kalbur, sepet gibi şeyler, bazıları da kalaycılık yapardı. Hanımları da eşlerinin yaptıklarını omuzlarında, sırtlarında bizim köyde ve civar köylerde satmaya çalışırlardı. Satışlar, paradan ziyade, güzün köylerde bolca bulunan arpa, buğday, mısır gibi ürünlerle takas yoluyla olurdu.


Günlerden bir gün, yedi-sekiz yaşlarında olduğumu sandığım bir zamanda babamla birlikte biz de Çingenelerin yanına gitmiştik. Babam, selam vererek kalbur yapmakta olan elekçinin yakınındaki şekilsiz bir taşın üzerine oturmuştu. Ben de babamın yanında, ayakta dikilerek kalburun yapılışını izliyordum.


Elekçi ustası, selamlaşma ve bir kaç cümlelik sohbetin ardından üst üste koyup üzerine oturduğu pöstekilerden (hayvan derilerinden) birisini altından çekti ve, “Ağa, adam, adamın yanına rahat olmak için gelir. Sen orada rahat değilsin. Al şunun üzerine otur” diyerek babamın önüne uzattı. Babam da, “Sağ ol ağa” dedi ve uzatılan pöstekinin üstüne oturdu, birlikte sohbeti koyulaştırdılar.


Babamın, Çingene’nin bu asil davranışını ve özlü sözünü, sonraki yaşamında, yıllarca, yeri geldiğinde çok anlattığını biliyorum. Duyduğum, yaşadığım ve hafızamda yer eden bu olayı, anlamını kavrayan yaşa geldikten sonra, ben de hep anlattım. Hele yıllar sonra, yaşadığım bu anı ile tezat oluşturan aşağıdaki olaydan sonra daha da sık tekrarlar olmuştum.



Seksenini geçmiş olan annem, yıllardır romatizmaları nedeniyle bacaklarında ağrılar olmakta ve yürüme güçlüğü çekmekteydi ve birkaç yıl öncesine kadar tek değnekle zar zor yürüyebilirken, şimdilerde hiç yürüyemez, yatalak durumdadır.


Hastalığının teşhisi ve tedavisi belli olsa da, ilgimi göstermek ve psikolojik olarak rahatlatmak için onu yakın zamanlara kadar, yine de sık sık doktora ve kaplıcalara götürüyordum.


Tek değnekle, yürüyebildiği günlerden birinde, onu Safranbolu Devlet Hastanesi’nde muayeneye götürmüştüm. Gerekli işlemleri yaptıktan sonra, sıramız geldiğinde, annemin bir elinde bastonu, bir kolunda ben, iki büklüm halde, ilgili doktorun makam odası olduğu anlaşılan odasına birlikte girdik. Odanın ortasında, doktorun oturmakta olduğu masanın karşısında bir yerde dikildik. Doktor normal bir ses tonuyla, “Teyze neyin var?” diye sordu. İşitme güçlüğü de olan, iki büklüm haldeki, eli değnekli annem başını bana doğru kaldırarak, “Oğlum bu ne deya?” diye sordu. Ben de kendisine yüksek sesle, “ Sana otur diyor, otur diyor!” diye seslendim.


Bu tercümeyi anlayan doktor, yüz renginde bir değişiklik olmadan, “Teyze otursun” diyerek yakındaki koltuğu göstermişti. Oturma sonrasında biz şikâyetimizi anlatmış ve şiş olan bacağını da göstermiştik. O da şöyle bir bakıp, “Yaşlılık, eklemlerin yıpranması; sıcak tutma, ağrı dindirici ilaçlar” gibi hep duyduğumuz sözleri tekrarlamıştı.


Babamın, yıllarca, yeri geldiğinde Çingene’nin kendisine davranışını ve söylediği, “adam, adamın yanına rahat etmek için gelir” sözünü ölene kadar tekrarladığını söylemiştim. Ben de bu yaşadığım iki olayı ilişkilendirerek; bir doktor babası olarak, böyle doktorların istisna olduğunu ve her meslekte olabileceğini de belirterek, yeri geldikçe hala tekrarlamaktayım. İnsan olmak başka, tahsilli olmak başka olsa da, önce insan, sonra tahsilli olmanın daha makbul olduğuna kuşku yok.


Sakızla ağacının ve gölgesinin şimdilerdeki durumundan sual ederseniz; ağaç hala yaşamını sürdürse de hemen yanından geçen HES (Hidroelektrik Santralı) kanalı, gölgesini ve çevresini oturulamaz hale getirdi. Köyde de, bayramlarda dolup taşsa da, diğer zamanlarda, gölgede, güneşte oturacak fazla insan da kalmadı.



Tüm İslam dünyasının geçmiş Ramazan Bayramı’nı en içten dileklerle tebrik ederim. Aklını başına toplamasına, barışa, birlikteliğe, kardeşliğe vesile olmasını dilerim.







Torunum Şenolcan (1998) ile Ekim 2008 tarihli köyümden görüntüye, torunlarım Ozan Furkan (2004), Mehmet Eren (2011) ve Mina’nın (2012) eklenmesiyle…



Not: Bu yazı, yazarın “Cılga Yollardan Otabana…” başlıklı kitabından alınmıştır.