Çocukluğumuzda ne güzeldi.

Hele yaz tatilleri...

Okul bitmeden köye giderdik.

Sabah erkenden kalkar, sabah namazından sonra köyün mollasından Kur'an-ı Kerim dersi alırdık.

Sonra eve gelir, rahmetli anamın içine soğan, peynir, keş, yumurta, ayran koyduğu azığı alır, sığırları otlatmaya giderdik.

Vaktin nasıl geçtiğini bilemezdik.

Konserve kavanozu ya da rakı şişesine konulmuş yoğurt, boynumuzdaki çantada sallanırken, öyle güzel çalkalanırdı ki...

Öğle vakti bir çeşme başında içine soğuk suyu koyduğumuzda dünyanın en nefis ayranına dönüşürdü.

Köy peyniri, köy yumurtası, yeşil ya da kuru soğan, keş, ne varsa işte...

Öğle yemeğini böyle hallederdik.

Ne çabuk akşam olurdu, bilemezdik.

Saati, güneşe bakarak kestirirdik.

Ya da "ezan okunalı şu kadar oldu" diye tahmin ederdik.

Gün batımından sonra dönerdik köye...

Sonra bin bir çeşit hikayenin geçtiği çeşme başına gidip, soğuk su getirirdik eve...

Hava karardığında koşar adım giderdik eve...

O kadar yorgun olurduk ki, kıvrıldığımız yerde uyuya kalırdık.

Hareket, gün ağarmadan başlardı.

Bunları niye anlatıyorum?

Akşam saatlerinde telefonumdaki sorunu çözdürmek için servise gönderdim.

"Bir saat sonra alabilirsiniz" demişler.

Bir saat...

Hem de bir saat telefonsuz kalacaktım.

Hayatla tüm bağlarım kesilecekti.

Üstelik bir saat...

Sosyal medyada haber paylaşımı yapamayacaktım.

Gelen çağrılara bakamayacaktım.

"Bir saat sonra alabilirsiniz" sözünü duyduğumdan itibaren kendimi inanılmaz kötü hissettim.

10-15 dakika içinde krize girdiğimi hissettim.

Bu yazıyı yazarken, masanın sağ tarafında telefonum yok.

WhatsApp yok, Facebook yok, Twetter yok...

Sudan çıkmış balık gibiyim.

Sanki bir organım eksik.

Üstelik nefesim daralıyor.

Aramasını beklediğim kişi aramış mıdır?

Ulaşamamışsa, bir daha arar mı?

Telefonsuzluktan "telef" oldum.

"On"suzluk çok kötü...

Ya sorun çözülmezse?

İnsanoğlu, hayatta bir şeye, telefondan daha fazla bağımlı hale geldi mi acaba?

İnsan sevdiğini bile bekliyor.

Bu nasıl ızdırap, Allah'ım.

Telefon çekmeyen yerlere bile gitmeyen ben...

Telefon çeken bir yerde telefonsuz haldeyim.

Galiba çağın en büyük hastalığından birine yakalandım.

Ve ben bu hastalığın farkına telefonsuz kalınca vardım.

"Doktor, ne kadar ömrüm kaldı?"

Günün Fıkrası: Aptal!

İki sarışın yolda yürürken, yerde bir makyaj aynası gözlerine ilişir.

İlk sarışın kapağını açar ve bakar, "Resimdeki yüz bana çok tanıdık geldi şekerim" der.

Sıra ikinci sarışındadır.

Aynayı arkadaşının elinden çekiştirir ve şöyle der:

"Tabi ki tanıdık gelecek aptal, bu benim..."

Haftanın Fıkrası: Sen kaç!

Gökhan ile Dursun, bir gün banka soymaya karar verirler.

Ancak tam kaçarken arkalarından gelen polis bağırır:

"Sakın kımıldama or...u çocuğu!"

Gökhan, Dursun'a döner:

"Sen kaç Tursun, penu tanidular..."