1953 yılıydı,

Erzincan Piyade Birliği intikale çıkmıştı.

Öğlen yemeği için mola verdi asker.

Yemekler yendi,

Bölük Komutanı Teğmen Bilal Üstün, yemeğini yemiş eline su dökülmesini istemişti.

Zonguldaklı Hüseyin, kaptığı gibi matarayı komutanının eline su dökmeye başladı.

Başını kaldırdı Teğmen, eline su döken Hüseyin’i süzdü…

Tırnağının birisi yok, elleri nasırlı, parmaklarında geçmesi mümkün olmayan yaralar…

Yüzünde hayatın getirdiği bir yorgunluk.

Her Anadolu çocuğunda elbet vardı yorgunluk…

Ama Hüseyin’in yüzündeki yorgunluk daha ağırdı.

Biraz daha süzdükten sonra Hüseyin’i komutan;

“Ya Hüseyin, sen yaşlı görünüyorsun asker kaçağı filan mısın?”

“Benim yaşım 27 komutanım, kaçak değilim.

Bizi maden bırakmadı…”

“Ne madeni bu Hüseyin…”

“Komutanım ben Zonguldaklıyım, devlet kömüre ihtiyaç var diye 7 yıl geç gönderdi bizi askere…”

Dedi Hüseyin yorgun yüzüyle gülümseyerek.

Teğmen Bilal, Hüseyin’in elindeki su matarasını kaptı.

“Ağabey sen askerliğini yapmışsın, devlete borcunu fazlasıyla ödemişsin.

Birisinin eline dökülecekse su,

Senin eline dökülmeli” dedi.

“Olur mu komutanım öyle şey…”

“Bal gibi olur Hüseyin ağabey, benim yaşım 25…

Sen benden de büyüksün, affet elimize su döktürmeye kalktık, sormadık düşünemedik…”

Döndü askerlerine Teğmen,

“Arkadaşlar bana bakın…

Hüseyin bizim ağabeyimizdir. Vatana olan borcunu maden ocaklarında çalışarak fazlasıyla ödemiştir.

Bundan sonra askerliği bitene kadar da misafirimizdir.

Sözü, sözümdür. Bu şekilde kendisine muamele edilsin” dedi.

“Hüseyin, bundan sonra seni depo sorumlusu yaptım, orada otur askerliğini tamamla”

“Komutanım benim okuma yazmam yok…”

“Komutan ben değil miyim? Ben ayarlarım onu.

Hiç olmaz ise devlet seni burada misafir etsin”

Gözleri doldu anlatırken bu hikayeyi Hüseyin dedenin…

Ve devam etti…

“Orada depocu olarak askerliğimi yaptım.

Depocu olmak o zamanlar kolay değil,

Torpil isteyen bir iş.

Madende yaşadığım anıları,

Kaldığım 2 göçükte yaşadıklarımı,

Ölümün bizi nasıl kabul etmediğini anlattım onlara…

Öyle sahip çıkmıştı ki bana nişanlısıyla görüşmek için Erzurum’a gidecekti.

Dedi, Hüseyin hazırlan sen de geliyorsun.

Dedim ben ne yapayım orada.

İtiraz istemiyorum, sana tek emrim bu olsun.

Nişanlısına, akrabalarına “madenci ağabeyim, misafirimiz” diye tanıştırdı beni.

4 yıl süren askerliğim bu şekilde geçti.

Bir insan muamelesi gördük o topraklarda.

Geldik geri, girdik yine ocaklara,

Çile çok çektik ama çok şükür emekli olduk.

Kömürden kazandığımız işçi maaşıyla çocuklarımızı büyüttük, yuvamızı yaptık.

Biz çok zor şartlarda, çoğu zorla çalıştırıldık.

İtildik, kakıldık, hayvan muamelesi gördük.

Öyle ki katırlar bizden bile değerliydi…”

Şimdi bu köstebek şehirde

Oltaya takılmış yem gibiyiz

Atılıyoruz (k)ömür denizine

Bir solucan da olsak kimileri için

Gülmek…

Belki en çok bize yakışıyor…

Karanlığı aydınlatıyor gülüşlerimiz

Okyanusun dibinde parlayan bir inci olur dişlerimiz…

Bitti miydi işin, kalmadıysan bir yerlerde

Yeryüzünün ağırlığına inat

Bir tırtılın yuvasından çıktığı gibi

Koşuşlarımız başlar güneşe…