Ah o eski yıllar... Köyümüzde; elektrik, yol, su, telefon, internet olmadığı yıllar her şey ne kadar da doğaldı. Akşamları evlerimizi kandil ya da gaz lambası, sokaklarımızı ise ay ve yıldızlar aydınlatırdı. Gecenin sessizliğini, kapıların önlerindeki köpekler ya da dağlardaki çakallar bozardı.

Eskiden köylerimiz daha güzeldi. Mimar, mühendis, müteahhit olmadığı için evler hep aynıydı. Ustalar imarın "i"sinden anlamıyorlardı, ama köyümüzde imar sorunu yaşanmıyordu!

Kimse kimsenin manzarasını kapatmıyordu!

Evler hep iki katlıydı! Alt katı "ahır" ve "sayat" dediğimiz alandı. Tavuklarımız sayatta, ineklerimiz damda olurdu.

Ahıra da "dam" derdik biz. Dam, evde sürekli oturulan odanın tam altındaydı.

Hiçbir eğitimi olmayan eski ustalar, kışın ısınma problemini en aza indirmek için böyle düşünmüşlerdi.

Belediye de olmadığı için tertemizdi köyümüz. Çünkü çöpe çıkan gıdaları sınıfına göre ineğe, kediye, köpeğe ayrılırdı.

Öyle poşet, pet, kutu da yoktu. Yağ cam şişede, bir okka olurdu. Ve o şişe asla atılmazdı.

Sonraları tenekeler çıkmıştı. Onlar da boşalınca, su tenekesi olarak kullanılırdı.

Eskiyen su tenekesi de samanlığın duvarına yama, avlunun kenarına engel olurdu!

Elektrik olmadığı için televizyon da yoktu. İnsanlar birbiriyle konuşurdu.

Erken yatılır, erken kalkılırdı. İnsanlar üretmek zorundaydı.

Un için buğday ekilir, samanı hayvanlar için kışa saklanırdı.

Elmalar dilimlenir, güneşte kurutulur, tavşut yapılırdı.

Çerez gibi yerdik onu. Kışın suda kaynatıp hoşafı yapılırdı.

Elmadan, üzümden, erikten pekmez yapılırdı.

Gürezler gezerdi harmanda. "Gürez" dediğimiz hindi!

Kesime yakın ebelen yedirilirdi gürezlere...

Isırgan otunu suda kaynatıp, mısır unuyla karıştırırlar, parmak büyüklüğünde hamurlar zorla yedirilirdi gürezlere... Hayvan kısa sürede beslenir, yağlanırdı.

Ben en çok kızın çardaktan elma yemeyi severdim.

O zamanlar buzdolabı, derin dondurucu nerde?

Yazın topladığımız meyveler, bahçemizde "çardak" adını verdiğimiz ağaçtan yapılmış, çitle çevrilmiş, eğrelti otlarıyla kapatılmış yerlerde saklanırdı.

Bozulan meyve atılır, diğerlerini çürütmesi engellenirdi.

Kışın kar yağmış, çardaktan aldığınız elmayı ısırıyorsunuz "carttt" diye...

O tat hala damağımdadır.

Kasap filan yoktu o yıllarda... Köyde biri hayvan keser, herkes gider beş-on kilo et alırdı.

"Şoran arka çonunu bana dart bakan, gaç kilo geliya?" derdi büyükler.

"Arka çon" dediği, arka buttu... Kaç kilo gelirse alınırdı. Şimdiki gibi bir-iki kilo değil!

Komşuluk kültürü vardı. İşler imece usulü yapılırdı. İşi az olan, çok olana yardım ederdi.

Bizim dönemin yaşlı teyzeleri çok ilginçti.

Tırık Kızı ile Höttü Ebe, köy meydanındaki evlerinin önünde otururlardı.

"Nasılsın Tırık Ana, nasılsın Höttü Ebe?" diye sorarsan, "Nasıl olan, hastayın ışam" derdi.

Hiç, "İyiyim ışam" dediğini duymadım.

Ama az sonra ormandan bir yük odunla gelirken görürdüm Höttü Ebe'yi!

"Hani sen hastaydın?" desem, "Otumaynan oluya mı ışam. Kışın ne yakacaz?" derdi.

Odun yükünü evin altına atıp yine gelir evin önünde otururdu. Sorana yine, "Hastayım" derdi.

"İyiyim" dese, nazar değerdi!

Köyde ailelerinin de lakapları vardı. Mösmösler, Gavasgil, Ötekiler, Gadıgil, Patakalılar...

İbrahim Tığlar "Aktekkeliler", bizimkiler "Papililer" diye anılırdı.

Rahmetli dedem, babamın babası çok iyi bir ev ustasıymış. Biraz aksi bir adammış.

Kızınca küfür edermiş. "Niye küfür ettin gene?" diye sonra, "Hak edene söğeceksin" dermiş.

Ben dünyaya gelmeden öldüğü için dedemle tanışmak nasip olmadı. Çok hikayesini dinledim.

Ona çektiğim söylenir...

Galiba aksiliğim ve küfürbazlığım dedemden geliyor...

Rahmetli babamın ağzından bir kere küfür çıkmamıştır.

En ağır sözü, "Anasını eşşek kovalasın"dı.

Mükellefiyet yıllarının insanıydı!

Devletin "sarı zarfı"ndan bile korkardı!

Bırakın jandarmayı, muhtar bile büyük adamdı onun için!

Böyle iyi mi?

Devam edelim mi?