Türkiye, hemen her 10 yılda bir ekonomik kriz yaşıyor.
Sanayiciler ve işadamları, kazanımlarının büyük bölümünü bu krizlerde harcıyor.
Ülkenin içine düştüğü bu krizler, elbette en çok dar gelirli vatandaşlarımızı zorluyor.
Şirketleri üçüncü kuşağa geçmeyen bir ülkenin, her 10 yıl değil de 50 yılda bir böyle krizlere tutulması daha akıl karı olur.
Ancak demokrasi tam anlamıyla oturmamış, sistem tartışmalarından kurtulmamış, muhalefeti ülkeyi kıskaca alan odaklarla işbirliği içinde olan ülkemiz, bu sıkıntıları bir müddet daha çekecek.
Türkiye, bulunduğu konum itibariyle hiçbir zaman rahat olamayacak.
Enerji hattı, göç hattı ve uyuşturucu hattının üzerinde olduğumuz için tam bir geçiş noktasıyız.
Türkiye'nin güçlenmesi, başrol oynaması, dünyadaki güç odaklarını rahatsız ediyor.
Bugün yaşanan kriz nedeniyle yazmıyorum, bu satırları...
Ülkeleri: kişilere, evlere, işyerlerine, köylere, beldelere, ilçelere ve şehirlere benzetirim ben...
Evinde demokrasi yoksa, işinde demokrasi yoksa, köyünde, beldende, ilçende, şehrinde demokrasi yoksa, ülkende demokrasi olmaz.
Ülkelerde demokrasi olmazsa, dünyada demokrasi olmaz.
Dünyada demokrasi olması için ülkelerde demokrasi olması gerekir.
Ama iş, bireyden başlar.
Herkes kendi özgürlüğünün peşinde...
Senin özgürlüğün benim özgürlüğümü kısıtlıyorsa, bu özgürlük olmaz.
ABD, kendi özgürlüğü için Afganistan'ın, Suriye'nin Irak'ın özgürlüğünü kısıtlıyor.
Ve dünyaya bu nedenle huzur gelmiyor.
Alın bu durumu Zonguldak'a uyarlayın.
Belediye başkanı, kendi düşüncesini hayata geçirmeye çalışıyor, kimsenin fikrini almıyorsa...
Vali, "Aman başıma iş gelmesin" diye yanlışa "dur" demiyorsa...
Gazeteci, abone kaygısıyla sesini çıkartmıyorsa...
Kent konseyi, geçmişte olduğu gibi topa girmiyorsa...
İl başkanı milletvekili olmayı, milletvekili yeniden aday olmayı düşünüp masaya vurmuyorsa...
Herkes kenti yerine kendini düşünüyorsa...
Bu şehir gelişmez kardeşim!
Krizler gelir, geçer!
Ama bu memleketin kerizi bitmez!
Biz bu günleri unutur, sandık başına gider, yine bildiğimizi okuruz!
Ondan sonra başımızı taşlara vururuz!

İt, kağnı gölgesinde yürür de kendi gölgesi sanırmış!
Bu atasözümüz, bir satırda ne kadar çok şey anlatıyor, değil mi?
Zonguldak'ta "kağnı gölgesi"nde yürüyen, yatan çok sayıda "it" tanıyorum ben!
Siyasette, bürokraside, sivil toplum örgütlerinde ve hatta her kesimde!
Siyasette "veren" değil, "alan" sayısı daha fazla!
Kimliği ve kariyeriyle oturduğu koltuktan nasiplenen siyasetçi sayısı, koltuğa "veren" siyasetçi sayısından çok fazla!
Bürokraside; siyasi, sendikal ve yöresel faktörle gelen liyakatsız sayısı da az değil!
Sivil toplum kuruluşları ve sendikalarda da durum farklı değil!
Böyle olunca, gelişme olmuyor!
Bu kişiler, iktidarı ayakta tuttuklarını sanıyorlar!
Oysa bu kişileri oraya getiren de orada tutan da iktidardır!
Kağnı gölgesinde yatan ya da yürüyen itlerin kağnı gölgesini kendi gölgeleri sanma durumu Zonguldak'ta çok fazla!
Örnekleme ve isimlendirme işine sonra bakarız.
Hatta isterseniz, hep birlikte bir liste yaparız.

Günün Fıkrası: Birazcık yem verirseniz!
Stalin, bir kış günü arkadaşlarıyla votka içmektedir.
Biraz kafayı bulunca, "Oradan bana bir tavuk getirin" der.
Stalin, canlı canlı tavuğun tüylerini yolmaya başlar.
Bütün tüyler yolunduktan sonra tavuğu bırakır. Tavuk, can havliyle dışarıya kaçmak ister.
Ama Rusya'nın soğuğu nedeni ile şömineye doğru koşmaya başlar.
Şömineye yaklaştığında, çıplak derisi sızladığı için tekrar Stalin'in ayaklarının dibine gelir ve oraya çöker.
Stalin, tavuğa biraz yem verir ve kalkıp yürümeye başlar.
Stalin yürüdükçe, tavuk da peşinden yürümeye başlar. Stalin, arkadaşlarına dönerek şöyle der:
"Halk, bu tavuk gibidir. Tüylerini yolup, çaresiz ve savunmasız bıraktığınızda, birazcık yem verirseniz, asla sizi terk etmezler!"