Zonguldak...

Gözüme kömür tozu oldu

Yüreğime kömür acısı

Ruhumu ezdi kömürün karası

Yok oldu yeşiller, maviler.

Ak emeğin kara yazgısı madenler

Güneş görmez bedenler

Lüks lâmbasında gölgeler

Gölgeler derinde uzandı kaldı

Kaldı da, birileri &[#]8220;güzel ölüm&[#]8221; dediler.

Zonguldak...

Altı kevgir, üstü yığma şehir

Karadeniz&[#]8217;e uzar labirentler

Güzelse bu ölüm, buyurun beyler

Ocakta size de bulunur bir yer.

N.B.

Bir ülkede küçük adamların büyük gölgeleri oluşuyorsa, o zaman, o ülkede güneş batıyor demektir.&[#]8221; Bu Çin atasözünü, aymazlığın, basiretsizliğin, kendini bilmezliğin büyük gölgeler yaratmaya başladığı günümüzde muhtelif vesilelerle kullanmışımdır.

Ama bu yazımda anlatacağım gölgeler, Çin atasözündeki küçük adamlar değil. Kocaman yürekli dev adamlarımız bizim. Yaşarken bedenleri bir idare lâmbasının ışığında gölge bulan, canları kömür yatağında kendi boyunca gölge olan, öldüklerinde de isimleri, kimlikleri mesleklerinin gölgesinde kalıp hiç anılmayan insanlar... Maden işçilerimiz, şehitlerimiz... Ve onların kaybının, yokluğunun, acısının gölgesinde yaşayacak eşler, evlâtlar, analar, babalar, kardeşler, yavuklular...

Onların olduğu yerde güneş yok. Ellerindeki lüks lâmbalarının titrek ışığındaki titrek yansımalar onların güneşi. Aslında hep karanlıktalar onlar. Yani aslında hiç gölgeleri yok. Ölümün gölgesi, onların bedenlerini izleyen... Yüzlerce metre toprağın dibine, denizin altına inen derinlikte... İhmallerle, vurdumduymazlıkla üstlerine çöken toprak çoğaldıkça gölgeleri büyüyor, çoğalıyor. Ama ne yazık ki biziz, esas gölgeleri büyüyen, esas güneşi batıran... Onları karanlıkla baş başa bırakıp, sonra sırtımızı onlara, yüzümüzü yeni doğan güneşe döndüğümüz için...

Madenciler 1990&[#]8217;daki isteklerini yineleyecek

Bugün, yazı dizimizin başladığı gün, 27 Ocak&[#]8217;ta Zonguldak&[#]8217;ta büyük miting var. 1990 yılında Ankara&[#]8217;da dile getirdikleri özlemlerini, isteklerini bir kez daha duyurmaya çalışacaklar. &[#]8216;Barışçıldır madenci. Zor kullanmaz, sert çıkmaz&[#]8217; diyorlar. &[#]8220;Sadece bizden alınanı, bize verilmeyen hakkımızı istiyoruz.&[#]8221;

Siz bu satırları okurken, Genel Maden İş Sendikası&[#]8217;nın çağırısıyla, çok sayıda işçi ve memur sendikası Zonguldak&[#]8217;a akmış olacaklar. Onların yaşamlarını iyileştirmek, ölümlerini kovmak için her birinizin yetkisi olmayabilir. Onları anlamanız, fikren yanlarında olmanız bile ülkemizin gölgelerinden birini azaltmaya, güneşe yer açmaya yardımcı olacaktır.

Maden emekçilerimiz ölümleri için &[#]8220;Kader değil, cinayet!&[#]8221; diye yükseltiyorlar seslerini. &[#]8220;Bu ölüm güzel ölüm&[#]8221; diyen yöneticilere haykırıyorlar, &[#]8220;Bu güzel ölümse eğer, biz güzel ölmek istemiyoruz!&[#]8217; diye. &[#]8220;Bu işin fıtratında ölüm var&[#]8221; diyenlere, isyanla, &[#]8220;Hayır! Ölmek o kadar basit değil&[#]8221; diye sesleniyorlar. &[#]8220;Madenci ölmüş&[#]8221; denince &[#]8220;Yok mu bizim ismimiz? Kimiz biz?&[#]8221; diye bağırıyorlar. Acınılmak istemiyorlar, vefadan çoktan vazgeçmişler maden emekçilerimiz. Sadece, Zonguldak&[#]8217;ın ekonomisini yaşatmak ve haklarını yaşamak istiyorlar.

Emekli olmak için günde 7.5 saat 4 bin vardiya

1828&[#]8217;den bu yana 5 bin şehit vermiş madencilerimiz. Biri Osmanlı dönemi olmak üzere iki kez mükellefiyet dönemi yaşanmış, bölge insanı zorla maden ocaklarında çalıştırılmış. Yeryüzünü ısıtmak için yeraltında ölenlerin şehri Zonguldak. Yüz altmış yıllık bir yaşam kültürünün neticesinde, çalışma şartları düzeltilmese, insanca yaşam hakları tanınmasa da, hâlâ daha ölüme talip, iş sırasında bekliyorlar. Arada ölüme rastlamazlarsa, emeklilik için her biri yedi buçuk saat toprak altı gerektiren dört bin vardiyaya sırada insanlarımız...

Ayrımcılara uzlaşma, teröriste empatiden kolaylıkla bahsedilebilen günümüzde, ülkemizin madenini, madenin çıktığı toprağını ve emeğini korumak için ölüme talip olan bu kocaman yürekli insanları anlamak kimine zor gelebilir. Değer yargılarının; sektirmece, kaydırmaca ile günü atlatma anlayışına inananlar için, eksik aş, eksik yaşam, ciğerinde kömür yarasıyla dimdik durup, hâlâ daha &[#]8220;Kömürümüz! Toprağımız! Zonguldak&[#]8217;ımız&[#]8221; diyen adamı anlamak çok zor.

Ben de, kimine anlaması zor gelebilecek, kimisinin doğrudan yüreğine seslenecek bu insanlarımızı anlatmak üzere daha iyi anlamak için Zonguldak yollarındayım, 18 Ocak günü... Daha giderken, aynı dönmeyeceğimi biliyorum.

Birkaç yolcuyu sevdikleri geçiriyor. Beni de az önce uğurladı sevdiğim. Acaba, diyorum, madencilerimiz nasıl uğurlanıyor sabah, akşam dönencesinde vardiya vardiya madene giderken? Nasıl bir duygudur, her gün yeniden ölüme gitmek? Alışılır mı bu duyguya? Geçiren sevdiğini, nasıl dayanır, sevilen geri gelene kadar? Geri dönüp de kavuşmuşsa, nasıl bırakır yeniden ölüme yolculuğa? Nasıl dayanır yürek, her göçükte, her patlamada, sevdiğim çıkacak mı madenden diye beklerken. Yol boyu sorular diziliyor kalemimin ucuna.

Dedem Kurt Seyit de iki ay madenlerde çalışmış

O gece, davetlisi olduğum sevgili Rotaract kardeşlerim, konuşmamdan sonra, bir elinde kazması, diğerinde feneri, bir madenci heykeli hediye ediyorlar bana. Şöyle bir ibare eşliğinde: &[#]8220;Dedeniz Kurt Seyt&[#]8217;in canlı tanık olduğu madencilerden selam olsun.&[#]8221; Gözyaşlarımı tutamıyorum. Beş yüz sayfalık romanımın içinden yakaladıkları bu küçücük ama anlamlı detayı böylesine taçlandırmaları beni duygulandırıyor, gururlandırıyor. Bolşevik ihtilâlinden sonra Türkiye&[#]8217;ye kaçan ve hayatını sıfırdan yeniden kurmak kavgasında, yaprak gibi oradan oraya savrulurken kömür ocaklarında iki ay kazma sallayan dedeciğim, bir defa daha Zonguldak&[#]8217;ta karşıma çıkıyor. Gecenin yarısı, otel odamın penceresinden Karadeniz&[#]8217;in karanlığına bakarken, dedem, ezberlediğim Zonguldak hikâyesinin içine çekiyor beni... 1934&[#]8217;e geri götürüyor... Cebinde, Rusya&[#]8217;dan kaçarken getirdiği, İvan Nikitin&[#]8217;in şiir kitabı, Zonguldak&[#]8217;ın soğuk, puslu, hiç aydınlanmayacak gibi doğan sabahlarından birinde dedeciğimi görüyorum. Yevmiye günlerinden biri... Yağmur çiseliyor. Sırada bekleyenlerin hepsi kömür tozu rengi. Gözler... Kahverengi, siyah ve simsiyah gözler, kömür tozunun arasında bile pırıldayarak bakıyor. Karanlıkta, yerin altında, geriye dönebilecek miyim sorusuyla yaşamış gözler... Dışarı çıktığına şükür, ışıldıyor. İsimler okundukça, işçilerden birisi vezneye ilerliyor ve zarfını alıyor. Bekleyenler arasında artık o tiril takım elbiseli, fötr şapkalı, cilalı mokasenli yabancı yok. Geldiğinden bu yana zaman geçmiş. O da kömür rengi artık. Elleri kanamış, çatlamış, nasırlaşmış. Sadece burun delikleri, dudakları ve kulakları pembe pembe sırıtıyor kömür karası yüzünde. Yevmiye kuyruğunda, vezneden çağrılan ismini duyuyor yabancı.

&[#]8220;Kurt Seyit!&[#]8221;

Ve ilerliyor Kurt Seyit. Kömür tozunu emmiş yüzünü aydınlatan lâcivert menevişli gözlerinde yaşlar pırıldıyor...

1934&[#]8217;ten gelen hayâl, perdesini kapıyor ama bütün gece gözümü uyku tutmuyor... Başsağlığına gideceğim evlerin acıları çok taze. Keşke onlara sadece sarılıp, sükûnetlerini bozmadan, gözyaşlarını, ıstıraplarını sessizce paylaşabilsem. Ama sorularım var. Aymazlığa, ihmâllere, vurdumduymazlığa, açgözlülüğe, kirli çıkın dolduran hesaplara ve değer bilmezliğe isyanlarım var. Bunların açtığı yaralar, yok ettiği insancıkların acısı beynimi kemiriyor, uyutmuyor. Sormak, dinlemek, sonra yazıp, mâğdurların feryatlarına geçit vermek, gözlere, kulaklara, kâlplere bir nida gönderebilmek istiyorum. Gidenlerin sesi yok artık. Derinde bir yerlerde, kömür karasında son soluk oldu onlar. Ama, geride kalanların acı yorgunu seslerini duyurabilirim hâlâ...

Daha başka canlar yutmadan derinler...

Zonguldak&[#]8217;ın altında kazma kürek sallayanlar

Zonguldak&[#]8217;ın altı kevgir, üstü şehir. Kevgir derinlere, eleye eleye inmeye, yukarıdaki şehir ise, köklerinde olan bitene aldırmaksızın, kendi üstünde büyümeye, kat kat göğe yükselmeye devam ediyor. Yukarı, daha yukarıya... Yerin altında galeriler yılan gibi dolanıyor kömürü kovalayarak... derine, daha derine... Karadeniz&[#]8217;in bir tatlı aldatmaca, sakin sakin kıyıya vuruşunu izlerken, toprağın altından bir taraftan havzanın içine, diğer taraftan denizin beş yüz metre derinliğine uzanan daracık, karanlık labirent yolları canlandırıyorum gözümde. Oralarda, kilometrelerle uzakta, ıslak karanlıkta, soluk soluğa, dizleri üzerinde kazma, kürek sallamakta olan işçi kardeşlerimizi hâyal ediyorum. İçim titriyor, nefesim daralıyor...

Gölcük&[#]8217;ten kaçtılar madende yakalandılar

19 Ocak sabahı, Belediye&[#]8217;nin yardımıyla elde ettiğimiz adreslerden ilkine, şehit Köksal Kadıoğlu&[#]8217;nun evine doğru yola çıkıyoruz. Yoksul mahallelerin, mahzun evlerin arasında yol alırken, kendime ait gerçek diye bildiğim her şeyi geride bırakıyorum. Az sonra bambaşka bir yaşamın kapısından gireceğim ve içine sadece misafir de olsam, benim de gerçeğimin uzun bir zaman o olacağından eminim. Arabamızı yol kenarında bırakıp rehberimizin ardında cenaze evine doğru yürüyoruz. Çamur, mıcır kaplı dar yol, kırık taşlar, kiremitlerle gelişigüzel yığma örülmüş, muhtelif yükseklikteki basamaklar... Burada yaşayan insanların hayatlarının hem sıradanlığını, hem de değişken tehlikelerini, belirsiz geleceklerini sembolize ediyor gibi... Kürekle kabartılmış, çamurlu minicik bir bahçecik, bir kümes ve yine merdivenler, yükseklikleri farklı, malzeme farklı ve evin girişindeyiz... Yokluğun, yoksulluğun portresini çizen görüntüye rağmen, evin önü, girişi, kapısı açık bekleyen antrenin düzeni, sevgiyle kotarılıp her bir şeyin özenle temizlendiği ve yerleştirildiğini belli ediyor. Karşılayan üç hanımdan hangisi şehit madencimizin eşi olabilir diye bakınıyorum. Feryat, figân yok. Hepsinin yüzünde derin bir hüzün, belki de çok yeni ağlaşmışlar. Ama yine de ateşin esas yaktığı yüreğin sahibini ayırt edebiliyorum. Remziye o olmalı... Gözlerinin içine bakıyorum. O da bana bakıyor. Daha merhaba demeden ikimizin sessiz gözyaşları selamlaşıyor. Sabır dileklerimle sarıldığımda dimdik duruyor, ağlamıyor ama bedeni yaprak gibi titriyor. Bizi sobası henüz yakılmış küçük oturma odasına aldığında yanıma oturuyor. Üzerindeki pembe süveterin kol ağızlarını çekeliyor boyuna. Gözleri yaşlarla odanın içinde çaresizce sağa, sola, köşelere, kapıya bakınıyor. Bu duyguyu çok iyi bilirim. Sevdiğinin dönmeyeceğini bile bile, hâlâ onun yokluğuna inanamayarak bakınır bir yerlere insan, en olmayacak yerlerde bile göz aranır boşu boşuna.



Sevilen birden bire sonsuzluğa karışırsa insan boşlukta kalır

Yoğun bir sessizlik... Omuzlarım eziliyor sessizliğin ağırlığından. Günlerdir hazırladığım sorular, merak ettiklerim, her şey birden anlamını yitiriyor. Bu evde sadece bir eş değil kaybedilen, o eşle beraber biten bir hayat, sevgi yumağı... Elini tutuyorum Remziye&[#]8217;nin.

O, süveterinin kollarını çimdikleyip çekelemeye devam ediyor. Kimi yakalamak istiyor yünün ilmeklerinde, kime tutunmak istiyor? Parmaklarının ucundaki çaresiz hayâli görmeye çalışıyorum. Belki de bu giysiydi üzerindeki, sevdiğini en son geçirirken. Bu giysiyle sarılmıştı kocasına onu ocağa uğurlarken, kim bilir? Teselli edecek kelime bulamıyorum.

&[#]8220;Tanrı sabrını esirgemesin&[#]8221; diyorum. Diyorum ama kendi sesimi duyamıyorum. Sabrın da bu taptaze acıya çare olmayacağını biliyorum. Çünkü sabır, zamanı kontrol edebildiğiniz, nasıl geçtiğini anlayabildiğinizde yaşayabileceğiniz bir duygu hali. Halbuki böyle büyük acılarda, hele sevilen böyle birden bire karışmışsa sonsuzluğa, insan boşlukta kalıverir, zaman mevhumu kaybolur. Daha sabah sıcacık ten, sıcacık nefesiyle güne beraber başladığınız, uğurladığınız sevdiceğin bir daha hiç buluşamamak üzere dönmeyişini beyin kabul edemez, şaşırtmacalar oynar sahibine, uzun müddet.

Onun için sabır denilen şey çok anlamsız, sadece bir &[#]8216;şey&[#]8217;dir böyle anlarda. Sabır, günden güne sürüklenip yaşamayı becerebilmek demektir, yoksa ölüm acısına hiçbir faydası yoktur.

Köksal Kadıoğlu hiç tatil yapmadı &[#]8216;oh&[#]8217; demedi

Remziye&[#]8217;nin elini tutup, yanağını okşayarak onun konuşması için kendi zamanını bekliyorum. Büfede nakışlı örtünün üzerindeki çerçeveden Köksal Kadıoğlu, tertemiz yüzü, munis tebessümüyle bize bakıyor. Ben, &[#]8220;Nasıl bir insandı? Nasıl bir eşti acaba?&[#]8221; diye düşünürken Remziye hıçkırıklarla konuşmaya başlıyor:

&[#]8220;Gölcük&[#]8217;ten kurtulduk, kaçtık buraya...&[#]8221; ve devam edemiyor. Ama anlıyorum ki dertleşmek, içini dökmek istiyor. &[#]8220;Orada ne iş yapardı?&[#]8221; diye soruyorum. &[#]8220;Badana, boya yapardı yavrum&[#]8221; diyor. &[#]8220;Yavrum&[#]8221;u öyle bir söylüyor ki, aralarındaki sevgiyi sıcacık hissedebiliyorum. Bir o kadar da üşüyor yüreğim. Ben soruyorum, sorar gibi yapmadan, Remziye anlatıyor, anlattıkça, &[#]8216;yavru&[#]8217;sunu geri getirebilecekmiş gibi...Köksal ile Remziye, Gölcük cehenneminden sağ kurtulmuşlar 1997&[#]8217;de, Zonguldak yollarına düşmüşler...

O zaman henüz üç buçuk yaşındaki Burak ile. İlk dört sene belediyede fen işlerinde işçi olarak çalışmış Köksal. Sonra, belediye seçimleri olmuş, bir yönetim gitmiş, bir diğeri gelmiş. Köksal işsiz kalmış. Bildik iş diye, yine badana boya yapıp, fırça sallamaya, fayans yapıştırmaya başlamış.

Badana boya yapmak geçimlerini sağlamadı

&[#]8220;Her işi yapardı benim yavrum&[#]8221; diyor Remziye, &[#]8220;Dürüst iş olsun da, ne olursa olsun... Nerede ne iş var, &[#]8216;Yapmam&[#]8217;, &[#]8216;Yapamam&[#]8217; demezdi. Koşar giderdi, ekmek parası için. Kuruşu kuruşa ekler, getirirdi eve. &[#]8216;Aman siz rahat edin, oğlan okusun&[#]8217; diye... &[#]8216;Gülistan olmasa gül olur&[#]8217; derdi yavrum benim.&[#]8221;

Ama ne gülistana, ne güle yetmemiş, badana işi. &[#]8220;Zaten öyle pazarlık falan yapmazdı&[#]8221; diyor karısı, &[#]8220;Şu kadar&[#]8221; mı, &[#]8220;Tamam&[#]8221; derdi, iş kaçmasın, eve ekmek girsin derdinde.

Taşeron firma öldüğü gün sigortasını kesti



Son çare, maden kapısı kalmış Köksal için. TTK&[#]8217;ya girmiş sekiz buçuk sene önce. Galeri açımında çalışırmış. O zamandan beri de, ocaktaki vardiyası bitince inşaatlara koşmaya, boya yapmaya, fayans döşemeye devam etmiş. Remziye de bir yaşlı kadına bakıyormuş gündüzleri, iki kuruş ek gelir oluyormuş.

&[#]8220;Ah, bir gün, tek bir gün, gün görmüş olsaydı yavrum... Bir gün güneş yüzü görmedi canım benim. Madenden çıkar, kömürünü akıtır, öbür işe koşardı. Bir gün &[#]8216;Oh!&[#]8217; demedi, bir gün tatil yapmadı.&[#]8221;

Peki, bu kadar sene, bu kadar sıkıntıda hiç şikâyet etmemiş miydi Köksal, hiç mi işi kaytarmak istememişti bir gün? Hiç mi yorulmaz, pes etmezdi? &[#]8220;Yorulmaz mıydı yavrum, kim bilir nasıl yorulurdu ama bir gün şikâyeti olmadı. Çok içine kapanıktı. Fazla konuşmazdı. Kimse için boş konuşmayın, kötü konuşmayın&[#]8217; derdi hep. Bizi hep hoş tuttu.&[#]8221;

Sonra kollarını göğsünde çapraz yapıp, bedenine sıkı sıkı sarıyor ve küs çocuklar gibi dudaklarını bükerek ağlarken mırıldanıyor Remziye: &[#]8220;Çok az konuşurdu ama çok sevişirdik... Melekti o, melekti...&[#]8221; Gözleri odanın içinde, çevresinde dolaşırken anılarını seyreder gibi. &[#]8220;Her şeyi elleriyle yaptı. Tek odaydı burası, bu ikinci odayı ekledi, boyadı. Daha çok hayâli vardı... ama, yetmedi... yetemedi yavrum&[#]8221; diyor...

Remziye tıkanıyor burada. Daha fazla konuşamıyor. Akrabalarının yatak odasından çıkarıp getirdiği düğün fotoğrafına bakarken kaybı büyüyor sanki. &[#]8220;Götürün bunu, götürün yerine ne olur&[#]8221; diyor. Belki de odasının mahreminde, kocasıyla kendisine ait mutlu bir zaman dilimini kimseye dokundurmadan saklamak istiyor, acılı zamanında kendisine yoldaşlık etsin diye... On altı yaşındaki Burak&[#]8217;ı hiç görmüyoruz. Odasından çıkmıyor. O da, babası gibi içine kapanık, sessiz bir çocukmuş. Şimdi iyiden küsmüş. Onunla konuşmak için bir gün geri geleceğim. Ocağı işleten taşeron Star şirketinden, ne arayan, ne soran olmuş, ne taziyeye, cenazeye gelen, ne bir yardım gönderen. Üstelik, Remziye kocasını toprağa verdiği gün sakinleşmesi için doktorun yazdığı ilâcı almak üzere eczaneye gittiğinde sigortasının kesildiğini söylemişler. &[#]8220;Daha toprağını yeni kapamıştık&[#]8221; diyor. &[#]8220;Ne istersin yetkililerden, nasıl seslenirsin şu anda?&[#]8221; diye soruyorum. Sadece, &[#]8220;Biz yandık... Başkası yanmasın&[#]8221; diyor. &[#]8220;Başka ne isteyebilirim ki? Benim yavrumu geri verebilirler mi?&[#]8221; Hiçbir şey diyemiyorum... Sadece sarılıyorum...


Her sabah yerin yüzlerce metre altına iniyorlar



Yerin yüzlerce metre altında... Onların güneşi idare lambaları, ölüm ise gölgeleri... Aslında hep karanlıktalar onlar. Yani aslında hiç gölgeleri yok. İhtimallerle, vurdumduymazlıkla üstlerine çöken toprak çoğaldıkça gölgeleri büyüyor, çoğalıyor.

Fotoğraflarda kalan mutluluğa bakmak bile acı



Genç dul Remziye ve &[#]8220;Yavrucuğu&[#]8221; şehit madenci Köksal Kadıoğlu kaderlerini birleştirdikleri günün fotoğrafında. Remziye için artık sadece anılarında kalan bu fotoğrafa bugün bakmak bile neredeyse olanaksız, çünkü çok acı veriyor...


Madenden çıkıp badana boya yapmaya giderdi



Şehit madenci Köksal Kadıoğlu hayatını kazanmak için madende çalışmak dışında başka işler de yapıyordu. Eşi Remziye, &[#]8220;Ah bir gün, tek bir gün, gün görmüş olsaydı yavrum... Madenden çıkar, kömürünü akıtır, öbür işe koşardı&[#]8221; diyor.


Aileleriyle helalleşiyor ve işe gidiyorlar



Maden işçilerimiz... &[#]8220;Bu vatanın toprakları, bu vatanın kömürü&[#]8221; diyorlar helalleşip ölüme talip, madene giriyorlar. Derinde bir yerlerde, kömür karasında son soluk onlar. Geride kalanların acı yorgunu seslerini duyabilirim...

Editör: Pusula Gazetesi