Zonguldak Belediye Başkanı Ömer Selim Alan, yoğun kar yağışının ardından kendisine yönelik olumsuz eleştirilere yanıt vermek için basın toplantısı düzenledi.
Başkan Alan, toplantıda 'beceriksiz', 'basiretsiz', 'Gaca'ya çıktı' gibi eleştirileri yanıtladı.
Ömer Selim Alan, basın toplantısının başında halktan özür dileyince, çok fazla diyecek bir şey de kalmadı.
Belediye olarak eksikliklerini gördü, kabul etti ve özür diledi.
Ancak vatandaşın kaç gündür çektiği çileleri, problemleri düzeltmedi, geri getirmedi.
'Özür dileyince her şey bitti mi?' derseniz, bitmedi, ama Başkan Alan vatandaşın gönlünü almış oldu.
Gerçi vatandaşın gönlünü alabildi mi bilmiyoruz, bunu önümüzdeki ilk yerel seçimlerde göreceğiz.
Vatandaş eğer Başkan Alan'ın dün basın toplantısında söyledikleri ile ikna olduysa bunu sandığa yansıtır.
Ya da Şubat ayının ilk haftasında gelecek ikinci kar dalgasında performansını göstermesi gerekir.
O zamanda performansını gösteremezse, bizden günah gider Başkanım...
Belediye başkanı; beceresini, zekasını kriz anında ortaya koyar.
Onun dışında koy Hayrullah Tıfıl'ı, o da sıcak koltukta oturur.
Onun için Ömer Selim Alan'ın stratejik davranması gerekir.

Vefasızlık bir tek Kuğu Heykeli'ne mi yapıldı?
Zonguldak Belediyesi eski Başkanı Secaattin Gonca, Zonguldak kent merkezinde uzun yıllar duran ve kaldırılan Kuğu Heykeli ile ilgili bir öneride bulunmuş.
Kuğu Heykeli yerinden sökülüp belediyenin atık su tesislerinde değerlendirildi.
Eski Başkan Gonca, bunu 'vefasızlık' olarak niteledi.
Sadece vefasızlık bu heykele mi yapıldı?
Eski Valilik binası yıkılarak vefasızlık yapıldı.
İşçi Müdürlüğü'ne vefasızlık yapıldı.
Denizcilik İşletmelerinin binasına vefasızlık yapıldı.
Sürekli Valilik önünde ve Uğur Mumcu Kavşağı'nda değiştirilen heykeller...
Fuzuli yapılan masraflar, bunları yapan mimarlara karşı saygısızlık, ne derseniz deyin.
Ve hala kentte vefasızlık yapılmaya devam ediliyor, vefasızlık yapılmak isteniyor.
Kız Meslek Lisesi yıkılmak isteniyor.
'Kuğu Heykeli' deyince hepsi birden aklıma geliverdi.

Hikaye...
2000 yılının Aralık ayıydı. Üniversiteden yeni mezun olmuştum.
Bir devlet okulunda heyecanla derslere giriyordum. Sınıflardan birinde, şartlı cümleleri anlatırken tahtaya İngilizce bir cümle yazdım.
"Evet çocuklar, tahtada 'Eğer çok zengin olsaydım anneme... alırdım.' yazıyor. Cümledeki boşluğu, hayal gücünüzü de kullanarak doldurun. Anlaşıldı mı?" dedim.
Anlaşılmış olmalı ki herkes sessiz bir şekilde dağıttığım küçük kağıtları aldı ve gözlerini tavana dikip düşünmeye başladı. Beş dakika sonra sınıfı dolaşıp kağıtları topladım ve tek tek okudum.
Uzay gemisi, Ferrari, Miami'de yazlık, Maldivler'de ada... Ben okuyorum, sınıf gülüyordu. Son kağıdı içimden okudum. "If I were rich, I would buy flowers for my mom."
Cümlenin sahibi, o sene sınıfa yeni gelen çelimsiz, içine kapanık bir çocuktu. "Aramızda çok duygusal bir arkadaşımız var!" dedim. "Selim, kalk bakalım. Ne yazdığını arkadaşlarına söyleyebilir misin?"
"Çiçek alırım, yazdım öğretmenim."
Sınıfta hafif bir kahkaha koptu. "Ben çok zengin olduğunuzu düşünün, hayal gücünüzü kullanın demiştim.
Buna rağmen çiçek alırım yazdığına göre önemli bir sebebin olmalı" dedim. Bir süre sessizce bekledi, sonra ayağa kalkıp "Aklıma başka bir şey gelmedi öğretmenim" dedi usulca. Yüzünde Mona Lisa tablosunu andıran gülmekle ağlamak arası garip bir ifade vardı. "Oğlum, dalga mı geçiyorsun?" dedim sertçe. "Aklınıza bir şey gelmesi için illa not mu vermemiz gerekiyor?"
Hiç cevap vermedi. Kağıtları geri dağıttım. Sınıf, çalan zille birlikte kovanı kurcalanmış arı sürüsü gibi bahçeye aktı. Dışarıda ince bir yağmur yağıyordu.
Ertesi sabah okula geldiğimde Selim'in babasını lobide beni beklerken buldum. Önündeki sehpada bir gün önce sınıfta dağıttığım buruşuk kağıt parçası duruyordu. Oturup biraz konuştuk. Kısa bir görüşmeden sonra ayrıldı. Zorlukla zümre odasına doğru yürüdüm. Başım dönüyordu. Hıçkırığa benzer garip bir şey diyaframdan gırtlağıma kadar tırmanmış, patlamaya hazır bekliyordu.
2000 yılının Aralık ayıydı ve ben, kağıttaki küçük boşluğu çiçekle dolduran Selim'in, hayatındaki en büyük boşluğu da çiçekle doldurmaya çalıştığını öğrendim.
Üç ay önce bir trafik kazasında annesini kaybettiğini ve o günden beri, babasıyla, hiç aksatmadan her Cuma günü annesinin mezarını ziyaret edip mezarlığa çiçek diktiklerini...
Önceki gece "babası duymasın" diye yüzünü yastığa gömerek sabaha kadar hıçkırdığını...
Ve üniversiteden alınan diplomayla öğretmen olunamayacağını...
Hepsini, hayatımın o en serin Aralık sabahında öğrendim.
"Öğretmenlik sabah gidip öğlen geldiğin, cumartesi, pazar, sömestır ve yazın tatil yaptığın bir meslek değildir. Öğretmenlik Anne olmaktır. Baba olmaktır. Abi olmaktır.. Kısacası İnsan olmaktır.
"İnsan gibi insan öğretmenlerimizin önünde saygı ile eğiliyorum."