Dünya üzerindeki en güçlü silah,


ateşlenmiş insan ruhudur.



Marshall Forh


Nisan 2003


Pusula Dergisi


ULUSAL BİLİNÇ

Merhaba. Her şeyiniz yeterli olsun.

· Sizi ayakta tutmaya yeterli, güzelliklerle dolu bir yaşam diliyorum.

· Aydınlık bir bakış açısına sahip olmanıza yeterli güneş diliyorum.

· Güneşi daha çok sevmenize yeterli yağmur diliyorum.

· Ruhunuzu canlı tutmaya yeterli mutluluk diliyorum.

· İsteklerinizi karşılamaya yeterli kazanç diliyorum.

· Sahip olduğunuz her şeyin değerini anlamaya yeterli kayıp diliyorum.

· İliklerimize kadar işletilen 'aşağılık' duygusundan kurtulabilmeniz için yeterli umut diliyorum.

Efendim, geçen sayıda sayın Harun Ersoy ulusumuzdaki eziklik duygusundan bahsetmişti. Ben de tarihten kesitler sunarak bilgilerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

DÜNDEN BU GÜNE

"... Padişahla birlikte yemek yedik. Bir gün de gene Hüseyin Hilmi Paşa'yla birlikte beni (10 Haziran 1910) Beylerbeyi Sarayı'na çağırmıştı. Yabancılara verilen ziyafetlerde alaturka sofrayı yeğlemiş; bunu padişaha da söylemiştim, ama yaptıramadım. Örneğin elçilere verilen ziyafette, yemekler hep alafangaydı. Oysa ülkelerinde ve evlerinde, bu Tokatlıyan'da yaptırılan yemeklerin daha nefisini yiyorlar, onlara sarayın enfes alaturka yemeklerini yedirecek olursak daha seveceklerini söyledim; anlatamadım. Çalgı da öyleydi. Alafranga parçalar çalıyorlardı. Alafranga ne kadar iyi çalsalar da, elçilerin ülkelerinde dinlemiş oldukları kadar iyi çalamayacaklarından, alaturka musiki hem hoşlarına gider ve hem de kusurlu da olsa anlamazlardı..."

(Ahmet Rıza, Anılar, Cumhuriyet Gazetesi, Aydınlanma dizisi, No:208, İstanbul, Haziran 2001)

"... Paris Sefareti Başkatibi Mehmet Ali bey'in de eşi Amerikalı zarif ve nazik bir hanımdı. Bolonya ormanına bakan zarif ikametgahına gitmiştik ve nazik fakat kelime Türkçe bilmediğini övünerek söylediği madamıyla Fransızca sohbetlerde bulunmuştuk.

16 (29) Haziran Pazartesi günü öğle yemeğinde Paris Sefirimiz Rıfat paşa'nın ikametgahında toplandık. Paris'te bulunan Ayan Reisi Ahmet Rıza ve Madrid Sefirimiz Sezai beyler vardı. Erkan-ı harb olarak benden başka tedavi için gelen İsmet bey ve Paris Askeri Ateşemiz Fuad Bey de bulunuyordu. Paris Sefiri Rıfat paşa'nın eşi bir Rus'tu. Rus madam söze karışmıyordu. Bütün yemek boyunca birkaç kelime Fransızca'dan başka bir dil de konuşmadı. Bize karşı kalbinde zerre kadar samimi bir duygu bulunmadığı gözlerinden okunuyordu. Gerek sefirimiz ve gerekse başkatibimizin davetlerinde resmi dilimiz Fransızca'ydı. Çünkü ailelerine karşı bu nezaket, medeni bir borç idi. İşte Paris'teki Türk sefaret heyeti bizi bu medeni borcu ifaya mecbur edecek haldeydiler..." (Kazım Karabekir, Birinci Cihan Harbine Neden Girdik, 1. Cilt, Emre yayınları, İstanbul, 1995)

"...22 Kanunisani 1337, (22.01.1921) günlü oturum.

Vehbi Efendi - Konya

Efendim, rüfekayı kiram her cihetini söyledi. Yalnız arkadaşlara ben bir iki sual soracağım. Biz malum ya oldukberi modaya çok heves ederiz. Modacı bir milletiz. Bir vakit Fransa'yı taklit ile meşgul olduk. Şimdi diğerlerini taklit ile meşgulüz. Halbuki efendiler mukallid olan milletler daima kendilerini zaif görüp, taklit ettiği milleti büyük gördüğünden dolayı mukallid olan, taklit ettiği milletin ayağı altında her zaman ezilmiştir. Tarihler buna şahittir. Bir millet kendinde mevcudiyet, kudret görmezse, o millet yaşayamaz..."

(TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 1, 24 Nisan 1920- 21 Şubat 1921, Türkiye İş Bankası Kültür yayınları, sanem Matbaası, Ankara, 1985

"... 1970 lerde... bu sefer Almanya'dayız. Türk topluluklarına konuşmalar yapıyoruz... Orada bir de Nasreddin hoca haftası kutlandı...

Toplantıdakiler tümüyle Türk... ODTÜ'den bir iki genç profesör gelmiş, Nasreddin Hoca'yı anlatacaklar. Önde T.C. konsolosu oturuyor. Bir tane de Japon Türkiyatçı hanım... Japon hanım Türkçe anlatıyor. Öndeki konsolos mosmor oldu; kadına yaklaştı. Dedi ki:'İngilizce anlat'. Kadıncağız afalladı. İngilizce de biliyor ama, nasıl afallamasın? Dinleyiciler Türk. Üstelik Almanya'dasın; Almanca olsun da demiyor konsolos; İngilizce olsun diyor.

Anlaşılan bizde ki ateşli 'İngiliz Muhipleri Cemiyeti' azaları mıdır, nedir, oralarda bile İngiliz borusu öttürüyorlar. Japon hanım orada ne yapacağını bilemedi önce, sonra isteksiz isteksiz İngilizce anlatmaya başladı. Derken sıra geldi Nasreddin Hoca hikayesi anlatmaya, Japon nezaketine rağmen belli ki kafası kızdı; 'Yahu Nasreddin Hoca fıkrası İngilizce anlatılır mı?!' diyerek Türkçe devam etti...

Başkonsolos kahroluyor...

... Türkiye'de safdiller (ya da aldatılmış hainler) diyor ki: 'Dünya küreselleşti, dünya İngilizce konuşuyor' Cezayir, Tunus, Afrika kabileleri ise diyorlarki: 'Dünya küreselleşti, dünya dili Fransızca oldu'. Eski Sovyetlerdeki sözüm ona bizim akrabalarımız olanlar da (oralara gidince görüyoruz), diyor ki: 'Hayır efendim, dünya dili Rusça oldu, eğitim dili Rusça olsun'

Her biri böyle bir şey diyor, hangisi doğru? Hepsi birden doğru olamaz, demek ki birilerine bir şeyler yutturulmuş...

... Ne iktisadi, ne de siyasi, ne şu, ne bu. Türkiye'de bir tane sorun var: 200 senedir milletin içine adım adım işletilmiş, kılcal damarlarına kadar inmiş, bu eğitim düzeniyle, bu ayarlı basın-yayınla da körüklenen bir aşağılık duygusu var. Temel mesele işte bu..."

(Oktay Sinanoğlu, Hedef Türkiye, otopsi yayınları, 4. Basım, İstanbul, Ocak 2002)

3 Nisan 2003 günü CNN Türk'te gazeteci İlnur Çevik "... Bölgede İran-Suriye-Türkiye yakınlaşması var. Geçen hafta İran temsilcisi Türkiye'ye gelmişti. Amerikalılar baktılar. 'Türkiye'yi bu kadar başı boş bırakmamak gerekir' dediler. Colin POwel onun için Türkiye'ye geldi..." dedi.

Sorular

· Hatırlar mısınız? Ülkemizi temsil etmek için, Örovizyon şarkı yarışmasına 'Opera' adlı şarkıyla katılmıştık. Hani o sıfır puan aldığımız yıl. Bu yılda yarışmalara sözleri İngilizce olan bir şarkıyla katılacakmışız. Ne dersiniz ?

· NTV'ye 'en ti vi' diyorsanız, neden ATV'ye 'ey ti vi' demiyorsunuz?

· Unutma! Ataların 'at sırtında' gezseydi, altı yüz yıl imparatorluk yönetemezdi. Dedelerinde 'ulusal kurtuluş' savaşı veremezdi. Avustralya'lıların ataları, İngiltere'de cezaevine bile konulmayan mahkumlardı. Onlar atalarından utanmıyor da, siz mi...

· Aman Allahım' Yoksa, bu günlerde 'ulusal' bilincimiz mi kıpırdıyor?

Bir zamanlar, büyük bir dağda kartallar yuva yapmış. Bir gün deprem olmuş.

Kartalın yuvasındaki yumurtalardan bir tanesi dağdan yuvarlana yuvarlana, vadideki bir çiftliğe kadar ulaşmış. Bu çiftlik, bir tavuk çiftliğiymiş. Çiftlikteki yaşlı bir tavuk, bu yumurtayı koruması altına almış. Bir gün, küçük kartal doğmuş. Çevresinde tavukları görmüş ve kendini bir tavuk zannetmiş. Bütün tavuklar da ona bir tavuk gibi davranmış...

Ailesini de çok seviyormuş. İçinden, bazen 'ben kimim' sorusu geçiyormuş. Ama o bir tavukmuş. Bunu böyle bilmeliymiş.
Bir gün çiftlikte oynarlarken, yukarı baktığında bir kartalın özgürce uçtuğunu görmüş. 'Aman Allah'ım, ne kadar güzel uçuyor. Keşke ben de onun gibi uçabilseydim' demiş.

Tavuklar bu düşünceye hep birlikte gülmüşler.'Sen bir tavuksun ve tavuklar uçamaz' demişler. Küçük kartal, artık daha sık gökyüzüne bakıyor ve kartallar gibi uçmak, özgür olmak istiyormuş. Ne zaman bu düşüncesinden arkadaşlarına, ailesine bahsetse, hep şu cevabı alıyormuş. 'Sen bir tavuksun. Bırak bu hayalleri.' Zamanla, küçük kartal da bu düşünceyi kabul etmiş. Hayal kurmaktan vazgeçmiş. Bir tavuk olarak yaşamaya karar vermiş ve bir tavuk olarak ölmüş!

Kıssadan Hisse :
Ne olacağını düşünürsen, o olursun. Eğer, kartal olma hayalini kurarsan, kartal olursun.
Hayallerini takip edemezsen, tavuk kalırsın.