Adı Celal'di. Çerkeş'in Fındıcak köyünde doğmuş fukara bir ailenin dokuz çocuğundan biriydi.
Tarla ekin verdikçe karnı doyan, kıran girdiğinde açlık çeken bir neslin evladıydı o.
Yeni neslin kıymet bilmezliğine yaşı yetişmemişti. Ayağında, kurutulmuş hayvan derisinden bir kundurası vardı. Yaz geldi mi yaylaya koşar, Karabük'ün ormanlık alanlarından gelip köyleri talan eden ayıların yuvalarının çevresinde cirit atardı.

Korkmazdı o...Hayatı, ayağındaki çaputtan ve karnında çeyrek somun ekmeğin tarifi imkansız tokluğundan ibaretti.


Büyüdü Celal...
Yaşıtlarından bazıları ergenliğe girmeden hastalıktan toprağa gömülürken o yaşadı... Yaşamalıydı. Yaşayarak hayatı zorlamalı, zorlandıkça daha da tutunmalıydı nefes almaya.
Ergenlik yıllarında bir kız sevdi. Dağda bayırda, onun gözleri seyrediyordu sanki Celal'i. Yüksekteki köylerinden aşağıdaki Dodurga çayına bakarken, sevdiğinin güzel sesi yankılanıyordu kulaklarında.
Daha 16 yaşındaydı. Yaşından büyük cesareti, ucu bucağı gözükmeyen buğday tarlalarından daha büyük yüreği vardı. Korkmadı ve bir akşam tuttu sevdiğinin elinden. Yaylayı tırmanarak Karabük sınırına doğru ormanların içinden kaybolmayı denedi. Yürüdüler saatlerce... Kız delikanlının yüzüne bakmaya utanıyor, delikanlı ise sadece sıkıca sevdiğinin elinden tutup hızlı adımlar atıyordu. Akşam karanlığı etrafa çökerken ormanın içinde bir kayanın parçalanmış köşesinde gecenin gündüze dönmesini beklediler titreyerek...
Ve gün aydınlığında kızın ailesi, ellerinde silahlarla ve yanlarındaki köpeklerle dere kenarından çevrelerini sarmaya çoktan başlamışlardı. Ne yapacağını şaşırdı delikanlı. Sevdiğinin gözlerine baktı ve umutsuzluğun nasıl bir veba olduğunu anladı. Gözyaşlarını içine akıtarak bıraktığı sevdiceğini. Gelen kalabalığın yanına yaklaştı ve sevdiğini son kez göreceğini bilmeden işaret etti...

Sevdiğini gösteren elinde aniden bir acı hissetti. Tüfeğin demiri iki parmağını kırdığını fark etmemişti bile.
Karşılık vermedi delikanlı. Hayattaki umut kaynağını kaybetmişti zaten. Başına inen tekmelere göğsünde patlayan yumruklara tepki veremeden yere bıraktı kendini...

'Hayat' ona ne demek olduğunu göstermiş, gurbet ellere gitmenin vaktinin artık geldiğini fark etmişti.

Bir sene sonra gerdek gecesinde tanıdığı başka bir kızla evlendi Celal. Kızcağızı, üvey annenin yanında yaşamaktan kurtarmıştı delikanlının ailesi. Daha 15'indeydi. Kocası olacak adamı ilk defa evlendiği akşam görmüştü.

İki ayrı kutbun timsali gibiydiler. Biri Karabudakoğulları'ndan, esmerden daha esmer bir delikanlı, diğeri ise pamuklar misali bembeyaz ışıldayan bir genç kız...
Birbirlerini tanımadan ortak bir hayat kurmaya mecbur kaldılar ve yıllarca 'keşke' dedirtecek soruları kendilerine sormadan yaşamak için birbirlerine yoldaş oldular...

Yıllar geçiyordu. Üç çocukları olmuş, üçü de iki yaşını doldurmadan Hakk'a kavuşmuştu. Ne hastalıklarından haberdardılar ne de ne yapacaklarını biliyordular. Tek çareleri vardı, 'kader' deyip hayata devam etmek... Öyle de yaptılar.

Gün geldi, köyün geçime yetmediği günler ufukta gözüktü. İşte o günlerden birinde Celal artık karar verdi. Zonguldak'a gidecekti. Ne de olsa Zonguldak'a giden herkes iş buluyordu. O da bir madende iş bulabilirdi...
Hızlı davrandı, eşini köye bırakarak Zonguldak'a yol aldı.

Şehre yaklaştıkça bunalmaya başlamıştı. Çerkeş'in kuru havası Zonguldak'ta tam bir nem deryasına dönüşmüştü. Vücuduna yapışan gömleği ile yürümeye devam etti, utana sıkıla kasketini çıkardı ve yakınlarının ikametgahına en nihayetinde ulaştı.

Bir ay içinde iş bulmuştu Celal. Artık maden işçisiydi. Her gün ocağın 200 metre altına iniyor ve çavuşların bağırışlarına kulaklarını tıkayarak 'Kara elmas' denilen taş kömürüne kazma vuruyordu.

Hiç korkmamıştı Celal...Yerin 200 metre altında başına neler geleceğini tahmin ettiği halde, arkadaşları ile yan yana olmanın verdiği cesaretle kazmayı sallıyor, ülkenin ihtiyacı olan kömürü çıkarmanın verdiğini mutlulukla değil de ailesini geçindirecek olan paranın sıcaklığıyla azimle çalışıyordu.
Bir yıl boyunca durmadan çalıştı. Biriktirdiği parayla Rüzgarlı Meşe'deki Tonyalılardan tapusuz bir arsa aldı. Artık zamanı gelmişti. Karısını ve 4 yaşında hayata tutunmayı başaran kızını da yanına getirtti. Mesaisi süresince hınçla kömürü vagonlara yüklüyor, işi biter bitmez ocaktan çıkıp koşarak evine yol alıp, yeni arsasında temelini attığı evin inşaatında çalışıyordu. Gecelere kadar süren bu hengameden kurtulduğu vakit, ayağındaki nasırın sızlamasına aldırmadan uyuyan kızına ümitle bakıp karısının onun için hazırladığı aşı açlıktan ateş alan midesine indirip ertesi sabah yerin altına girene kadar uyumaya çalışıyordu.
Bir yıl boyunca uğraştı ve en nihayetinde bir gecekonduya sahip oldu. Artık kendi evindeydi. Huzurluydu lakin mutlu muydu bilinmez ama ailesine kol kanat germeye devam etti. Yıllar önce kaybettiği sevdiğinin hayalini gözlerinden silmeye çalışıp, yeni doğan ikizlerinden birinin ölümüne göğüs gerip hayata tutunmaya devam etti.
Gençliğin verdiği cesaret ve vücut kuvveti sayesinde yıllarını çalışarak tüketti. Ocağa her girdiğinde başına geleceklerden haberdar Allah'a tevekkül edip, günahlarından pişmanlıkta bulunarak 'bismillah' çekip ocağın nemli, paslı kokusunu ciğerlerine çekti.


Yıllar su misali alıp giderken, ciğerleri de yavaş yavaş sönmeye başlamıştı bile. Kömürün tozundan değil ama kömüre ulaşmak için parçalamak zorunda kaldığı kayaların tozundan ciğerleri her geçen gün sinmeye başlamıştı. On sekiz yaşında doya doya aldığı nefesi artık kesik kesik almaya mecburdu. Eski kuvvetinin yerine artık tökezleyen bir bacak ve zorla öksürebilen bir ciğer kalmıştı.


42 yaşına gelmişti Celal. İki kızı iki oğlu vardı. Temiz kalpli, her zaman tebessüm eden saf yürekli karısı ise bahçede evin iaşesine katkı sağlamaya çalışırken Celal, vardiyasını bitirmiş eve döndüğü sıralarda aniden fenalaştı ve yere kapaklandı.
Numune hastanesine getirdiler hemen. Doktor acilen yanına geldi, bir serum taktı ve bir de oksijen. Gerekli tahliller yapıldıktan sonra hiş şaşmayan çehresi ile hastalığını kabullenmiş Celal'in yüzüne baktı doktor.
Ocak hastalığının ne olduğunu anlattı, ciğerlerinin yavaş yavaş iflas ettiğini ve en kısa sürede tedavi olmasını salık verdi.
Dünkü delikanlı bugünkü Celal amca ise umursamadı doktoru. Nasıl olsa hayat denilen bu gailede yaşayacağı süre belliydi. Kendine geldikten sonra işine devam etti.


O sene büyük kızını evlendirdi Celal. İstemeye istemeye kızının sevgisine başını eğdi. Gelinlikle evden çıkmaya hazırlanan kızına son sözünü söyledi: Sen istedin, sen sevdin. Bu evden gidiyorsun, gelinlikle gittiğin bu eve ancak cenazen geri döner! Ona göre yaşa, kararının sonucunu öne göre tart. Mutlu ol, mutlu olmak zorunda olduğunu bil!!


Mademki kızı istemediği halde Oflulara gelin gitmişti, gittiği yerde mutsuz olursa, kendisine güvenmemesi gerekirdi.

Haklıydı kendince. O mutlu olmak istemiş, sevdiğine kavuşamadan sürüklenmişti bu hayatta. Zonguldak'ta yeni bir hayata adım atmış, bir ailenin sorumluluğunu sırtlamıştı. Öyleyse, kızı da kararlarının sorumluğunu üstüne almak zorundaydı...


Oğullarının ergenlikten çıkıp, kendisine destek olacağını ümit ederek yılları tüketirken yine fenalaştı Celal. Artık ocağın karanlığına girmesi imkansızdı. Ciğerlerinin yarısını kaybetmiş, üstüne bir de koah hastası olmuştu. Karnında sebepsiz yere ortaya çıkan fıtıklarının da patlamasıyla bağırsakları dikişli yarasından dışarı çıkmış, bir dönem yatağa mahkum olmuştu.


Kısa bir süre içinde emekli oldu Celal Amca. İlk defa işe gitmemenin huzurunu yaşamadı, işe gidememenin ızdırabını hissetti kalbinde. Artık vücudu Celal Amcayı taşımıyordu. Hastaneler onu ikinci evi, kesik kesik nefes alışları ise kaderi olmuştu...


Acıyla, umut ettiği hayallere kavuşamamanın verdiği hınçla yıllar aktı gitti gözlerinin önünden.

Celal Amca her geçen gün daha da yorgun hissederken kendini ilk defa öksürdüğünce ciğerlerinden kanlı bir parçayı avucunda hissetti. Ve işte o an ölümün kulak arkasında ikamet ettiğini anladı. İşlevsiz kalan ciğerleri artık parça parça ağzından çıkmaya başlamıştı.
Ocak hastalığı denen illetin nice insanları acılı bir sona yolcu ettiğini bilen binlerce insandan biriydi artık o. Ocakta kaybettiği, on yedi arkadaşını düşündü. Bir gün ocağa beraber girmişler, ertesi sabah ise arkadaşlarının cesetleri onun ise nefes alan bedeni çıkmıştı dışarı. O günlerde ölüme haykıran gözler bu gün tevekkülle ölümü bekliyordu artık...


Celal Amca artık takatsizdi. Altmışlı yaşları gördüğü için şaşkındı. Vücudunu taşımanın verdiği külfetle hayata karşı arzusu kalmamıştı.

Bir gün büyük kızı ziyaretine geldi. Bahçeden topladığı kestaneler vardı elinde. Ne de olsa babası çok seviyordu kestaneleri. Beraber oturup, çaylarını içip, sobanın üstünde gevrekleşen kestaneleri yediler hevesle...

O gün mutluydu Celal Amca. Çünkü yıllar önce, bu eve mutsuz gelme, dediği kızının üç evladı ve saygılı bir damadı vardı. Kızının dik başlılığı evlendikten sonra munisleşmiş, babasına duyduğu sevgi her geçen gün katmerleşmişti. Yıllardır ilk defa mutlu oldu Celal Amca. Kestaneleri kabuklarından ayırırken zoraki bir kahkaha attı ve kızıyla şakalaştı.


Çok mu yedi bilinmez ama akşam yenen yemeğin mahmurluğu çöktü bedenine. Yatsı namazını zorla kılmayı başardı ve hazırlanan yatağına uzandı.
Epey süredir vücudu üşüyordu Celal Amcamın. Bundan dolayı sobanın olduğu salonda yatmayı adet edinmişti. Karısı ve kızı yan odada uykuya dalmış ve kendisi de son kez Ayetel Kürsi'yi okuyup zorla nefes alarak uykuyu beklemeye başlamıştı.

Yarım saat bekledi, gözleri kapanmaya yüz tutarken kalbi sıkıştı Celal Amcanın. Sıkıca göğsünü tuttu ve zorla nefes almaya çalıştı. Nefes almaya çalıştıkça göğsüne saplanan bıçak darbelerine tahammül göstererek son kez bağırdı.
Hemen kapıdan fırladı kızı ve babasının eline sarıldı. Ne olduğunu anlamayan eşi ise hareketsiz olarak eşinin yüzüne bakıyordu. Celal Amca elini kaldırdı ve pencereyi işaret etti. Belki de son kez doya doya nefes almak istemişti. Alıştığı, kömür kokan, emek kokan Zonguldak'ın havasını, tükenmiş ciğerlerine son kez çekmek istemişti. Kızı koşarak pencerenin kulpuna sarılıp evin havalanmasını sağladı ama Celal Amca artık bilincinden yoksun yatağında uzanmıştı. Kızı haykırarak babasını uyandırmaya çalışıyor ve kucağındaki atasını yüzüne su çarpıyordu.


O gece Celal Amca son kez açtı gözlerini. Sobanın borusunun takıldığı bacanın altındaki kömür isine doğru baktı.
Ne düşündü bilinmez ama kömür ile hayat bulan, kömür ile karın doyurulan bu memlekette yine kömür isine bakarak can veren memleketin evlatları misali, gözleri bacanın altındaki kömür isinde takılı kaldı.
Son nefes ciğerlerini terk ederken, kızı babasına ölümü yakıştıramazken ve o an vardiya değişimi yapan binlerce işçi kazasız belasız günü atlattıklarına şükrederken, bir maden emeklisi de Hakk'a yürümeye başlamıştı...

Doya doya nefes almayı unutan bir işçiydi o... Babaydı, dedeydi... Ciğerlerini kara toprağa bırakan Celal Amcaydı o...


150 yıldır, ocaklarda can veren, canını ocakta teslim etmese de maden hastalığı ile toprağın kara bağrına giren nice maden şehitlerine selam olsun..


Rahmet kapıları her daim onlar için açık olsun...

Editör: Pusula Gazetesi