Bu sabah, nedense, Zonguldak'ı ilk kez gördüğüm yerin düşüyle uyandım.
Ontemmuz İlkokulunun üstünden, o gece, karşıya, hep ışıklara baktım. Köyde, harmanda, yine gece, yıldızlara, ışık böceklerine bakar gibi...
Tek odalıydı ilk evimiz, penceresizdi, mutfaksızdı, lambasızdı, tuvaletsizdi. Olsundu, bizi şehirli yapmıştı.
Çaydamar'daki ikinci eve at arabasıyla taşındık. Elimde kandil vardı.
İki gözdü o ev, pencereliydi, mutfaklıydı. Tuvalet ortaktı. Kemal Sunal filmindeki gibi kuyrukta bekledik bir yerlerimizi sıka sıka. Bir aşama saydık, yakınmadık hiç.
İkinci evde ilk kez elektriğimiz oldu. Yıl 1962. Ampulü gördük, kandili yedeğe aldık. Sarkık kablonun ucu anahtardı. Büyülü bir oyundu ışığı açıp kapamak bize.
Evlerin dışındaki dünyayı fark etmişti çocuk sezgimiz. O dünyaya kaçmak için fırsat kolladık. Ah, ayakkabısızlık!
Sonunda kaçtık. Ben okul hazırlığındaki ağabeyimin Trabzon lastiklerini giydim. Cafer tuvalet terliklerini sürükledi. Gizlice...
Gazipaşa Caddesi... Köyde, hayvanlarla yürüdüğümüz gibi, yolun göbeğinde yürüdük.
Yürüdük kornaya, düdüğe aldırmadan. Yayaymışız. Yayalar kenardan yürürlermiş. Nereden bilelim biz! Bildiğimiz gibi yürüdük, azar yiye yiye. İkide bir ayağımızdakiler çıktı.
Büsbüyük, göl gibi bir şeyin önünde bitti yol. Şaşırdık. Karadeniz'miş. Bizim derelerde göl çoktu da böylesi yoktu. Nereye gelmiştik biz be!
Suyun içine doğru bir yol (iskele) yapmışlardı betondan. Onun çevresine bir sürü şeyi (kayık, sandal) kalın iplerle bağlamışlardı. İçleri balık doluydu o sallanan şeylerin. Zıplayan balıklara baktık. Hamsiyle tanıştık. Uyy! Ne çok hamsi vardı!
Takla atan kuşlar, köydeki kuşlarımızdan yaramazlardı.
Ta uca kadar, yürüdük korkmadan. Derinlik düşünmedik. Aşaköy'deki dipsiz göl kadar derin saymadık orayı. Rahattık. Ayaklarımızı suya soktuk. Bacaklarımızı salladık salladık.
Karadeniz'e, ilk kez, Zonguldak'ta ayak basmıştık iki kardeş. Yıl 1962. Günlerden bilmem ne!
Parasızdık. Bir şey yiyip içemedik.
Dolaştık durduk. Beycuma'dan gelirken bindiğimiz arabanın durduğu yeri bulduk.
Uzun burunlu otobüs sırtındaki merdiven ilgimizi çekti. Oraya tırmanıp evin altına kadar gidebilirdik.
Anlaştık iki kardeş.
Köprü bayırını homurtuyla tırmanan bir otobüsün merdivenine, kovboy gibi fırladım. Birkaç basamak çıktım. Başımı çevirdim.
Cafer'i yere yüzükoyun uzanmış gördüm. Merdivene tutunamamıştı. Bağırdım:
"Sonraki arabayla gel! Evin altında beklerim."
O ara, EKİ bekçisi babam, bizi görmüş, sık sık takıldığı Kambur'un kahvesinin önünden. O ne müthiş düdük sesiydi öyle! İndim arabanın sırtından. Babam (Kulakları çınlasın.) yirmi yedi yaşındaydı. Düdük ne ki! Para verdi, yol gösterdi, İkinci Makas tarafına doğru.
Benim paramla şeker, Cafer'inkiyle düdük aldık. Şeker yiyip sırayla düdük öttürerek yürüdük yavaş yavaş. Bir süre sonra birkaç çocuk çıktı karşımıza. Bir yerlerden tanır gibiydik onları. Köyümüzde çadır kurup kazma, kürek, orak, balta yapan Diktik Mustafa'nın çevresindeki çocuklara benziyorlardı. Havalı körüklerine hayran hayran bakmıştık zamanında. Bizim köyde usluydular, burada kabadayıydılar.
Yüzleri, giysileri kararmış çocuklar çevirdiler bizi. Düdüğü istediler. Direndik. İtiştik. İri olanı, kardeşimin şapkasını kaptı, pis gölbete attı. Şapkaya bastı öteki.
Çoğaldılar, korktuk. Şapkayı bırakıp aralarından sıyrıldık, kaçtık, uzaklaştık.
Sonrası...
Altmış yıl sonra (2022), bu sabah, düşün peşinden, Selma Aydın'ın Kozlu sahilindeki çöp yığınlarını gösteren videosu düştü gözüme.
Önümüzdeki yaz için, Kozlu'da, ayağımızı denize basmanın düşündeydik. Üzüldüm. Kara elmasın yerini çöp mü alacaktı?
Ah be!
Yerlisiyiz, zor Zonguldaklı olduk, düşten gerçeğe, gerçekten düşe geçe geçe.