Biraz gerilim biraz tebessüm... Geçmişten bir anekdot.
MUHASEBEDEKİ HAYALET
Yıl 1890, Osmanlının kapitülasyonlara teslim olduğu yıllar.Fransızlar aç kurt gibi diğer sömürgeci ülkelerin de faydalandığı kapitülasyonlar sayesinde ülkemizin değerlerine saldırmaya devam ediyorlar, bu amaçla Zonguldak'ta da Fransız-Ereğli şirketini kurup kömür üretimini ele geçirmişlerdir. Yayla'dan Fener'e kadar olan mahalle 1896'dan sonra Fransızlarca kurulur. Eski Zonguldak'ta bu bölgenin adı Fransız mahallesidir. Fransız mahallesi tabir edilen bölge şimdiki Yayla mahallesidir. O yıllarda bu bölgeye girmek yasaktır, bölgeyi çoğunluğu Arap kökenli olan zenci Fransızlar korur. O yıllarda şimdiki yayla mahallesi müdürlük durağı olan bölgede Fransız hastanesi vardı, hastane çevresinde hiçbir yapılaşma yoktu. O dönemde hastanede hemşireler değil, rahibe hemşireler görev yaparlardı. Zonguldak limanı eski kömür yükleme ve rıhtımı inşası sırasında bölgeye en yakın yerin bu bölge olması, Fransızların bu bölgeye yerleşmesinde etken olmuştur.
İşte bu Fransız hastanesi TTK'nın yıllarca kullandığı muhasebe müdürlüğüdür. Şimdilerde Ted kolejine devredilmiş durumda.
Benim de yıllarca görev yaptığım bu bina kalın taş duvarları yıllara meydan okuyan yapısıyla hala mevcudiyetini korumaktadır.
TTK'nın Türkiye çapında 1986 yılında kendi bünyesine aldığı en kalabalık güvenlik personeliydik. Sanırım 1200 küsür sayıdaydık. Düşünsenize kentin polis sayısından bile fazlaydık o yıllar. Genelde gazipaşa caddesinin işsiz gençleri hep iş başı yapmış o yüzden çoğunluk birbirini tanıyor haldeydik. TTK'nın iş yerlerinin bütün güvenliği artık bizden soruluyordu, doğrusu ağır sorumluluktu ama yıllar içerisinde üstesinden gelecektik.
90'lı yılların ilk yarısı bitmek üzereydi. Muhasebe müdürlüğünde görevliydim, öğleye doğru giriş kapısında iki yaşlı insan belirdi. Merdivenleri çıkmaktan nefes nefeselerdi. Biri kadın olan iki kişiye kapıyı açtım biraz nefeslenmeleri için, girişteki sandalyelere oturttuktan sonra sordum "hayırdır amca ne istemiştiniz?" Yarım yamalak bir Türkçeyle konuşmaya başladılar. Fransız olduklarını, kardeş olduklarını, çocukluklarının buralarda geçtiğini, ömürlerinin son demlerinde çocukluklarının geçtiği yerleri bir kez daha görmek için geldiklerini anlattılar. Şaşırmıştım binlerce kilometre uzaktan buraya gelmeleri yaşadıklarını nasıl unutamadıklarını merak etmiştim. Onlarda yarım Türkçeleriyle anlatmaya devam ettiler. Bu arada ikram ettiğimiz çayları da büyük bir keyifle içiyorlardı.İçerisinde bulunduğumuz binanın o dönemde hastahane olduğunu, hemen aşağıdaki şimdiki Başkent Edaş binasının arkasında bulunan tek katlı yapının morg olarak kullanıldığını anlattılar.(TTK'nın da yıllarca kullandığı bu yapı şimdilerde yok.) Hep duyardık yayladaki bu yapıların bir çoğunun Fransızlardan kalma olduğunu; ama içerisinde bulunduğumuz binanın hastahane olduğunu ilk kez duyuyordum. Yaşlı insanları uğurladık, memnundular, teşekkür ederek ayrıldılar. Arkalarından bir zaman bakakaldım. Bir dönem tarihi adeta canlanmış şu an yavaş yavaş gözden kayboluyorlardı. Sömürdüğü topraklara duyulan bu ahde vefa beni düşündürmüştü. Bizler onlar kadar bu topraklara sahip çıkabiliyor muyduk acaba?
7/24 görev yapıyorduk. Mesai bitimi tüm iş yerleri sessizliğe gömülüyor güvenlik görevlisi kendisi ve görev yaptığı mekan ile başbaşa kalıyordu. Bir zaman sonra muhasebe müdürlüğü ile ilgili garip hikayeler anlatılmaya başlandı. Güvenlik arasında anlatılan bu hikayeler arasında iki katlı olan binada gece yarısından sonra duyulan ayak sesleri, duvardaki çalışmayan koca gonglu saatin saat başı çalan yankılanan sesi ya da kendi kendine odalarda çalan radyolar. Doğal olarak bu hikayelerle muhasebe müdürlüğüne gece göreve giden arkadaşlar tedirgin oluyordu. Zaman içerisinde öyle bir hale geldiki bu durum muhasebede kimse nöbet tutmak istemiyordu. Yine bir gece orada görevli arkadaş elinde silahla koşarak geldi heyecanla"binaya ateş ettiler!.."diye bağırıyordu. Polis çağırdık tabi bir şey bulamadılar ama biz tahmin ediyorduk görevli arkadaşın binadaki seslerden ürktüğünü. Yine bir başka arkadaşın binayı gece yarısı terkettiği "beni oraya kimse sokamaz" dediğine şahit olmuşuzdur.
Bunun üzerine muhasebe binasında genelde iki kişi görev yapmaya başladık. Bir gece ben de bir arkadaşımla görev yaparken arkadaşım heyecanla "lan yukarda radyo çalıyor" dedi. Gerçekten yukarı kattan bir müzik sesi geliyordu. Göreve geldiğimizde bir radyo sesi duymamıştık. Ses boş binanın taş duvarlarında yankılanıp duruyordu. Arkadaşla merdivenlerden yukarı doğru ister istemez ürpererek çıktık. Odalara tek tek bakmaya başladık, nihayet bir odada karanlıkta ışığı yanan büyükçe bir radyo gördük, gerçekten müzik sesi bu radyodan geliyordu. Fiş yerinde soket yoktu prize iki kablo olarak sokulmuştu, arkadaşıma "herhalde kısa devre yaptı, kendi kendine çalışmaya başladı" dedim. Kabloyu yerinden çekerken arkadaşım"belki de" diye cevapladı.Sesi ürkek ve şaşkın çıkıyordu.
Yerimize geçtiğimizde arkadaşım bir önceki vardiyadaki arkadaşların yukarı katta ayak sesi duyduklarını yukarı kata çıktıklarında sarışın beyaz kıyafetli bir kadın silüeti gördüklerini söylediler,dedi. "Onlar fazla bekar kalmışlar bu ne fantazi,hem hayalet,hem de sarışın" dedim gülüştük.
Artık hayalet hikayeleri günün konusu olmuştu. Hele iki Fransızın gelmesi duyulduktan sonra hayalet dedikoduları daha da yoğunlaşmış, herkes birbirine ne kadar korkak olduğunu ya da "ben hiç korkmam aksine tutarım hayaleti" gibi sohbetler gırla gidiyordu. Yine bir gece muhasebede toplanmış çaylarımızı içerken doğal olarak konumuz muhasebe müdürlüğündeki hayaletlerdi. 4-5 kişi bir aradaydık, o dönem personel sayımız fazla olduğundan genelde muhasebedeki arkadaşın yanına çay içmeye toplanırdık. Böylece orada görev yapan arkadaşın tedirginliğini de gidermiş oluyorduk. Sohbetimizin bir yerinde bir arkadaşımız muhasebede görev yapan arkadaşa dönerek "çok tırsıyorsunuz ben olsam hiç korkmam" gibilerinden yarı yergi yollu konuşmaya başladı. Korkarsın, korkmazsın tartışması hararetle devam ederken birden taş duvarlarda yankılanan çalışmayan saatin gong sesi duyuldu. Sohbet bir anda bıçak gibi kesildi peşine de ayak sesine benzer "tak, tak..."sesler gelince hep beraber ayağa kalktık. Merdivenlerden yukarı hızla çıktık koridorda loş ışıkta hiçbir şey gözükmüyordu. O "ben korkmam"diye söyleyen arkadaş en önde biz onun arkasına 7 cüceler gibi dizilmiş bir şekilde odaları tek tek kontrol etmeye başladık. Kontrolu yapılan her odadan çıkışımızda o korkmayan arkadaş en önde keyifle gülümsüyor, "korkaklar takip edin beni" diyerek o en önde diğer odalara yöneliyorduk. Nihayet koridorun sonundaki odaya geldik. İçeri en önde o korkmayan arkadaş peşinde tek sıra biz odaya girdik, birbirine sık masaların arasından odayı kontrol ederken en öndeki arkadaş birden "Allah!.." diyerek bağırdı ve masaların arasına düştü. Odanın tüm ışıklarını yaktık arkadaşın düştüğü masanın altından bizim bir başka arkadaş çıkıverdi biz gülmekle gülmemek arası bir ifade ile "lan ne yaptın?.." diye sorunca "korkmam, korkmam deyip duruyordu bir ders vermek istedim" dedi. Korkmam diyen arkadaş bembeyaz olmuş yarı baygındı. Su getirdik iyice kendine geldi "bacaklarıma bir şey dolandı"diye mırıldanıyordu tabi biz yapılan şakayı hiç söylemedik ona,hoş o da ne olduğunu hiç sormadı ama hayaletler hakkında da bir daha hiç konuşmadı.
Hep beraber aşağı kata inerken şaka yapan arkadaşa sordum. "Tamam ayak sesini sen yaptın,ya gong sesi? "Bilmiyorum lan" dedi "bir ara bayağı tırstım gong sesini duyunca masanın altından çıkamadım, sonra siz geldiniz" dedi.
Güzel günlerdi o günlerden bu yana uzun yıllar geçti hiç bir arkadaşın ismini vermedim yazımda, kimsenin rencide olmasını istemem o yüzden yazmadım isimleri ama herkes bilir muhasebedeki hayaleti. Şakaydı belki hepsi, belki de herkesin kuruntusu. O bina hala duruyor geceleri bir "casper" çıkıyor mudur şimdilerde bilmem ama o çalışmayan saatin saat başı vuran gong sesi kulaklarımda hala duruyor.

Ufuk Tokmak
09.11.2019