1960 ve 70'li yıllar, şimdiki orta yaş gurubunun çocukluğu ve gençliğinin geçtiği zamana denk geliyor. O günleri görenler, o yılları yaşayanlar günümüzle karşılaştırınca eminim derin bir iç çekiyorlardır. Eskinin ekonomik ve siyasal çalkantılarına rağmen ne kadar basit ve masum yıllar olduğunu anımsadıkları için...

1970'li yıllar dünyada ve Türkiye'de yaşanan 68 hareketlerinin gölgesinde kalan, gündelik yaşamın üstünde pek durulmayan, siyasi olaylar, toplumcu hareketler ve ekonomik sıkıntılarla anımsanan yıllar.
O günleri yaşayanların aklında çoğunlukla, Karaoğlan, ağır sanayi hamlesi, muhtıra, hayali ihracat, milliyetçi cephe, kemer sıkma gibi siyaset kaynaklı sözler kaldı.
Bir çok evin büfelerini süsleyen camdan fil bibloları, tığ işiyle yapılmış karpuz dilimi şeklindeki araba süsleri, piramit şeklindeki karton Meysu meyve suları ve daha bir çok nesne ile bütün ev halkı yattıktan sonra televizyonun baba tarafından kapatılması, sobanın üstüne mandalina kabuğu koyup evi güzel kokutmak, balkonlar arası teleferik sistemiyle komşuların örgü şişi değiştirmesi gibi bir çok davranış kalıbı unutuldu gitti. Behiye Aksoy'un büyüleyici sesi kimin kulağında kalmıştır? 80'lerden sonra dışa açılan Türkiye, 70'li yıllardaki kapalı ve ötekine öykünen yaşam tarzını unutmada hiç zorluk çekmedi. Ancak anılarda eski hatıralar, alışkanlıklar kaldı.

70'li yıllarda çocukluğunu yaşayanlar, büyüklerinden "şimdiki çocuklar çok şanslı!" sözünü çok sık duyarak büyüdüler.
Odalarımızı aydınlatan elektriğin, haftada en az bir kere ailecek gidilen sinemanın, ekmeğe sürülen Vita yağının, bizleri okullarımıza taşıyan belediye otobüslerinin, asfalt yolların, pilli bebeklerin, aradığımız her şeyi bulabildiğimiz çarşıların, kırkbeşlik plaklarımızı çaldığımız pikapların, kurulunca yürüyen arabaların, ve daha buna benzer, bize şimdi çok gülünç ve ilkel gelen, ama o zamanlar hayatımızda ayrıcalıklı bir yer tutan bütün bu ilerlemeyi her fırsatta bize hatırlatıp, kıymetini bilmemizi istediler.
Kısmen haklıydılar. Çoğunluğu, karda yağmurda okullarına yürüyerek gitmişler, gaz lambasının ışığında ders çalışmışlar, kırpıntılardan yaptıkları toplarla, bebeklerle oynamışlar, tahtadan oyuncak yapmışlar. Ekmek karneli yılları görmemiş olsalar bile, o yılların acı veren hikayelerini ezberlemişler, çocukken büyümek zorunda kalmışlardı. Ama şimdiki kuşak çocuklarına aynı şeyi söylemiyor. Bu çağın çocuklarının yaşadıklarının şans olup olmadığından kimse emin değil.

70'li yıllar, özellikle küçük şehirlerde bahçeli evlerle apartmanların berabere kaldığı bir dönemdi. Zaman, bahçeli evlerin aleyhine işledi. O yıllarda hayatımıza giren televizyon dilimize de yeni kelimeler sokmuş ve böylece kolektif bir hayata gönüllü olarak katılmıştık.

İster apartmanlarda, ister bahçeli evlerde yaşasınlar, tüm çocuklar için "sokağa çıkmak" deyimi vardı. Hala var, ama sokaklar çok değişti, üstelik eskisi gibi güvenli de değil. Sokağa çıkmak tanımlanmış bir özgürlüğe adım atmak demekti. Okuldan gelince sokağa çıkılır, akşam olup hava kararana, anneler yemeğe çağırana kadar, kan ter içinde sokakta oynanırdı. Yaz tatillerinde sokağa çıkmak ise, bütün bir günü sokakta geçirmek demekti.

1970'lerde yaşamış içimizden kaç kişi, hışırtılı gürültülü bir Uzun dalga radyo yayınını dinlerken bu anonsları duydu?
"Bugün 21 Haziran Perşembe Demirbank iyi günler diler..." Bunun peşine 7.00 ajansı başlar ve "Burası Türkiye radyoları. Haberleri veriyoruz, önce özetler diyerek" düzgün ve tane tane Türkçesiyle bize, dünyaya ait olduğumuzu hatırlatırdı.

Şimdiki çocukların pek çoğunun adlarını bile bilmediği bitkiler, arsalarda boy verirdi. Buralar bahar gelince içlerine ballıbaba karışmış papatya tarlalarına dönerdi. Haylazların en sevdiği bitki pisi otuydu. Bunlar kopartılır, kızdırmaktan en çok zevk alınan çocuğun gömleğinden içeri atılıp kaçılırdı. Pisi otundan kurtulmaya çalışan çocuk kavgacı bir tipse olay büyür ve dövüş başlar, suratlar kıpkırmızı kesilir, gömleklerin düğmeleri kopar, kolları sökülür, üst baş toz-toprak içinde kalır, toza bulanan yüzlerde gözyaşları ya da ter ince, temiz yollar çizerdi. Çocuk saldırgan değil, mızmız bir tipse, eğlencenin tadı olmaz, mızmız çocuk sinir bozan ince ve ritmik bir ağlayışla evine gider ve içine pisi otu atan çocuğu "Anneee! Murat içime pisi attııı!..." diye ağlayarak şikayet ederdi. (bazı çocuklar bunun için birde annelerinden azar işitirdi) Mızmızlık çocuklar arasında en sevilmeyen özellikti ve mızmız çocukların içine eğlence çıksın diye değil, mızmız çocuk oyun alanını terk etsin diye pisi otu atılırdı.

Bazı evlerin bahçelerinde büyük, görkemli dut ağaçları olurdu. Dut bereketli ve cömert bir ağaçtı. Kimseden esirgenmezdi. Beyaz ve kara, hangisi olursa olsun lezzetli bir meyvaydı. Toplanınca fazla dayanmaz, hemen yenmesi gerekirdi. Bahçesinde dut ağacı olan aileler, mahallenin çocuklarına istedikleri kadar dut toplamalarını söylerler, ama, dut silkeyim derken ağacın dallarını kırmamaları için, neredeyse yalvarırlardı. Bahçesinde dut ağacı olan ailenin, genellikle üzerine dut silkelenen bir de örtüsü olurdu. Bu büyük örtüyü birkaç kişi uçlarından tutar, biri ağaca çıkar ve dallara vurdukça dutlar patır patır örtüye dökülürdü. Örtüye biriken dutlar geniş bir tepsiye alınır, başına geçilir, yıkanmayan bu meyva afiyetle yenirdi.

Yolculuklarda meyva çalmak adeti vardı. Bu, çocuklarla büyüklerin tatlı bir suç ortaklığını paylaştığı bir adetti. Bir şehirden bir şehre gidilirken geçilen bir köyde, yol kenarında bir meyva bahçesine denk gelindiğinde, derhal suçta buluşma yaşanırdı. Pazarda beş kilosu üç paraya satılacak kadar ucuz bir meyva olsa bile, fiyatının önemi yoktu. Çekici olan o meyvanın az bulunur ya da pahalı olması değil, o anda hırsız gibi süzülerek dalından yemekti. Bu masum hırsızlık elbette özel otomobille yapılan bir yolculuk sırasında yaşanırdı, araba kolayca görünmeyecek bir yere çekilir, sessizce inilir, bahçeye sızılır ve meyva toplandıktan sonra usulen sahibi aranır ya da biri görürse ne deneceği konuşulurdu. Büyüklere göre, bu masum hırsızlığın adı "göz hakkı"ydı.

Ayçiçeği ve mısır tarlaları da en az meyva bahçeleri kadar iştah açıcı ve hırsızlık dürtüsünü uyandırıcı bir etki yapardı. Ancak ayçiçeklerini koparmak çok zor olduğu ve en gerekli olduğu zamanlarda kimsenin cebinden bir çakı çıkmadığı için zavallı çiçekler ortalarından yarılarak parça parça yürütülür, genellikle kabuğu kolaylıkla çıkacak kadar olgunlaşmamış olduğu için ziyan olur, atılır veya eve götürülüp güneşe kurumaya bırakılırdı. Tarladan mısır çalmak, bu hırsızlıkların en kolayıydı. Çünkü çok uzun boylu bu bitkinin tarlası içinde görülme ve yakalanma ihtimali her zaman azdı. Ama çocuklar için mısır çalmak, hemen anında yenecek bir şey olmadığı için meyva kadar zevkli değildi. Şimdi her yer otoyol oldu meyva çalacak tarlada, çiftçi de kalmadı.

Kızlar nasıl beş taş oynamaya meraklı ise, erkekler de misket oynamaya meraklıydı. Kızların arasından Erkek Fatma çıkması doğaldı ve bu Erkek Fatmalar takdirle karşılanırdı ama, erkek çocukların arasından fazla "Kız Ali" çıkmazdı. Dolayısıyla genellikle kızlar erkek oyunlarını bilirler, ama erkekler ktz oyunlarını bilmezler, ya da bilip bilmezlikten gelirlerdi. Miskete bazı şehirlerde bilye, bilya, bazı şehirlerde de mile, Zonguldak'ta ebe denirdi. Misket erkek çocuklar arasında en favori oyundu. Hemen her erkek çocuğun bir misket torbası olur, eline para geçtikçe içi değişik renklerde pırıl pırıl yanan bu misketlerden satın alırdı. O zamanlar bakkallarda en çok satılan ürünlerden biri de misketti, her bakkalda bol miktarda bulunurdu. O kadar cazip bir şeydi ki misketler, haşarı ve aşırmaya eğilimli çocukların bakkalı oyalayarak misketlerin bulunduğu kavanozlara ellerini daldırmaları sık rastlanan bir şeydi. Ancak bu haşarı ve "aşırgan" çocuk elini misket kavanozuna daldırdığı anda, kulağı keskin bakkal misketlerin şakırtılarına döner, çocuk da "amca bu kaça?" diye sormak zorunda kalırdı.

70'ler uzak aşkların yıllarıydı. Aşık olunan kişi seviyor mu, sevmiyor mu, çok merak edilirdi. Kibrit fal bakmaya da yarardı. İki kibrit çöpü kutunun iki kenarına sıkıştırılıp yakılır, sönmesi beklenirdi. Sönmüş çöplerin görüntüsüne göre tahmin yürütülürdü. Çöpler birbirlerine doğru eğilmişlerse bu aşk olacak, dışa doğru eğilmişlerse hiç ümit yok. Biri dışa, diğeri öbürüne doğru eğilmişse birinin gönlü var, diğerinin yok kabul edilirdi. Aynı durum bitki yapraklarının "seviyor-sevmiyor" sıralamasıyla kopartılarak en son çıkan seçeneğe göre kabul edilirdi.

70'lerin sonuna doğru kızlar yeni yeni çıkmaya başlamış olan kağıt peçeteleri biriktirmeye başladılar. Çikolataların parlak kağıtları da biriktirilirdi. Hatta açılıp defter yaprakları arasına konur, dümdüz olmaları sağlanırdı. Bazı babalar, koleksiyon adı altında sigara paketi veya kibrit kutusu biriktirirlerdi. Yabancı sigara bulunmuyordu, çok az yerli sigara çeşidi vardı. Babalar veya genç erkekler ellerine geçen Pall Mall, Marlboro, HB vb. yabancı sigaraların paketlerini saklarlar, birkaç yıl sonra bunlar kurtlanır ve evleri kurt sarardı. Kimileri de minyatür içki şişeleri biriktirirlerdi.

Biriktirilen bir başka şey de futbolcu resimleriydi. Bunlar genellikle leblebi tozu, çiklet gibi yiyeceklerin promosyonuydu. Bir sigara paketinin yarısı büyüklüğünde, renkli ama çok kötü basılmış bu kartonların ön yüzünde futbolcunun resmi, arka yüzünde ise futbolcu hakkında bilgi bulunurdu. Kumara eğilimli çocuklar bu resimlerle oyun oynarlardı. Sıcak yaz günlerinde gölge bir köşede iki çocuk, ellerinde futbolcu resimleri koleksiyonları, yan yana otururlardı. Birer resim seçerler, üst üste koyup duvara dayarlar, sonra duvardan ellerin çekerlerdi. Resimlerden kiminki üste düşerse, her iki resmi de o çocuk alırdı. Bu resimler çeşitli oyunların pazarlık konuları da olurdu. Çocuklardan biri oyun oynamak istemiyorsa, koleksiyonun eksik parçası olan Hollanda milli takımından "sarı fare" Cruyff'un resm rüşvet olarak teklif edilir ve oynamayan çocuk durumu bir kez daha değerlendirirdi.

MADDELER HALİNDE 70'LER...

- Minibüslerde muavinler mutlaka olurdu, yolcuyla onlar muhatap olur, paraları onlar toplardı, kavga olursa onlar dalardı.
- Minibüslerin direksiyonlarında topuzlar olurdu.
- Alman çikolatası çok değerliydi, Almancıların getirdiği bu çikolataları bütün aile küçük parçalara bölüp paylaşırdı.
- Almancılar yurda tatile geldiklerinde kuştüylü fötr şapka takarlardı.
- Misafirlikler de Kolonya ikramı kaçınılmazdı, büyüklerin ellerine, çocukların da nedense kafalarına dökülürdü.
- Şehirlerarası telefon görüşmeleri direkt olamıyordu. Önce santralı arayıp istediğiniz numarayı yazdırıyor, bir gün bile süren bir bekleme süresi içine bağlanabiliyordunuz.
- Cep Telefonları olmadığı için insanlar, iletişim İhtiyacını jetonlu sarı telefon kulübelerinden gidermekteydi.
- Çizgili Pijamalı ve atletli amcaları sokaklarda görebilirdiniz.
- Vitesli bisikleti olanlar diğerlerine hava atardı.
- Televizyon seyretmek için komşuya gidilirdi.
- Televizyon siyah-beyaz yayın yapar ve saat 19.00'da açılıp, gece 12.00'da kapanırdı. Kapanışta Anıtkabir'de askerler bayrak töreni yapar ve İstiklal Marşı çalınırdı.
- Tek televizyon kanalı TRT 'de pazarları zorunlu olarak "Pazar Konseri" yayınlanır ve genelde kimse seyretmezdi, ardından yayınlanacak Pazar sabah sineması Kovboy filmi beklenirdi.
- Adile Teyze'le Uykudan Önce programı vardı. Bize masal anlatırdı, Atom Karınca ile eğlenilirdi.

- Bir dönem "Break-break arkadaş arıyorum arkadaş" telsiz modası oldu.
- İskelede martılar simitle tanışmamış balık avlamakla meşguldü.
- Kahvehaneler sosyal kaynaşma ortamıydı, kadınların, kızların kahvehane önlerinden geçmesini kocalar ve babalar tarafından yasaklıydı.
- Gazoz, limonata olmadan eğlence olmazdı.
- Şimdi adı "parti verme" olan eğlence yerine çaylar düzenlenirdi ama çay ikramı olmazdı.
- Üretilen arabalarda el freni tutmadığı için taş ve takoz kullanılırdı.
- Anadol marka arabaların bakalit lifli kaportasını eşekler ve atlar yiyebilirdi.
- Kızlara aşk mektubu yazılırdı. Her seven şairliğe soyunur, aşklarını yazılara dökerdi. ağabeylerden çok korkulurdu.
- Kızlara çıkma teklif edildiğinde "bir hafta düşünmem lazım" cevabı kaçınılmazdı.
- Şehirlerarası otobüs yolculuklarında firma tarafından sadece kolonya ve şişe suyu ikram edilir ancak yolcular arasında dolma, kurabiye ve suyu aka-aka portakal ikramı yapılırdı. Mola yerinde "çaylar şirketten di..."
- Kadınlar G-string ya da düşük bel pantolon giymez, Müjde ya da Parizyen çoraplarla güzelliklerini ön plana çıkarırdı.
- Cebinde 1 Dolar olan hapse girebilirdi.
- Yakar top taktik olarak kızlarla tanışma ve kaynaşmanın en güzel yoluydu. İstop oyununda da beğendiğiniz kızın adını haykırır ve kolay tutabileceği yüksekliğe top atılarak SMS misali kısa mesaj verilirdi.
- On binlerce kişi Doktor Haydar Dümen'nin gazete köşesine danışarak cinsellik hayatına yön çizdi.
- Erkek çocuklar için en büyük oyun misket (ebe) oyunuydu.
- Erkekler için bir dönem sinema yıldızları, Kazım Kartal, Aydemir Akbaş, Figen Han, Dilber Ay, Bülent Kayabaş, Tarık Şimşek ve Zerrin Egeliler oldu.
- "Tan Gazetesi" erkeklerin en çok okuduğu gazeteydi.

- Her yılbaşı gecesi dansöz çıkacak diye saatlerce televizyon karşısında bekler, iki dakikalık görüntü bir hafta konuşulurdu.
- Demirbank bize her gün radyodan "iyi geceler" dilerdi.
- Samsun, Maltepe, Birinci, Bafra sigaraları altın yıllarını yaşamaktaydı.
- "Akşama müsaitseniz annemler size gelecek" diye biz çocukları komşulara haberci gönderirlerdi.
- Havalı kornalı arabalar sokakları süsler ve O güzel melodileriyle kulakları çınlatırlardı.
- Futbol maçı yorumcuları mevcut olmayıp, insanlar hakem hatalarını konuşmazdı.
- Dallas, Şahin Tepesi, Flamingo Yolu, Kara Şimşek ve Mavi Ay, hayat felsefelerimizi değiştiren televizyon dizileriydi.
- Dallas televizyon dizisindeki J.R. (Ceyar) karakteri kötü adamlara karşı kullanılan bir yakıştırma olmuştu.
- Futbol milli maçlarını "Halit Kıvanç" Sunardı ve genelde her karşılaşmayı kaybederdik.
- Polis Radyosu FM kanalından yayın yapardı, O dönemlerde FM radyo kanal sayısı parmakla sayılıyordu.
- Video yıllarında Video kaseti kiralama ve 'miki kaseti' salgını başladı.
- Cüneyt Arkın henüz yaşlanmamış olduğundan kale duvarlarından atlayabiliyordu. (Dünya yüksek atlama şampiyonluklarına neden onu yollamadık ki!)
- Teyp kasetleriyle bilgisayara dosya yüklenirdi. Kafa ayarı yapmadan arıza verirdi. Elimizde tornavidalarla ayarı saatlerce tutturmaya çalışırdık.
- Dünyanın en yüksek kulelerini bilmezdik, otoyollardaki kuleler bize çok yüksek görünürdü.
- MSN ve diğer mesajlaşma programların yerine mektup arkadaşlıkları vardı.
- Şimdiki USB çalarların yerine, Taş Plaklar, Long Playler'ler, kasetler ve CD çalarlar vardı.
- "Reha Muhtar" Atina'dan bildiriyordu.

70'LERDEN BUGÜNE ZONGULDAK EKONOMİSİ...

1970 yılında Zonguldak'ta çalışan nüfus sayısı 42 bindi. Çalışanların yüzde 63'ü madenden, yüzde 14'ü özel hizmetlerden ekmek yiyordu...

1996 yılında çalışan nüfus 51 bine çıktı. Madenden ekmek yiyenlerin toplam çalışanlar içindeki oranı yüzde 27'ye düştü. Çalışanların yüzde 30'u ticaret, banka ve sigorta isinden geçimini sağlamaya başladı. Özel ve genel hizmetler çalışanların yüzde 27'sini istihdam eder duruma geldi.
1970'lerde Zonguldak'ta tek ekmek kapısı madendi. Yirmi altı yıl sonra madenin istihdam etkisi azaldı ama kömürün Zonguldak için önemi azalmadı. Zonguldak 1970'ten bu yana büyük değişim içinde ama bu değişim farklı bir değişim. Türkiye'de değişimin sosyal ve ekonomik sonuçlarına önem vermiyoruz. Değişimin izlenebilmesi için belli aralıklarla durum
tespitine ihtiyaç var. Bizde bu yapılmadığından değişim izlenemiyor.
Zonguldak bu bakımdan şanslı. Şehir ve bölge plancısı Engin Erkin Hanim 1973 yılında Zonguldak metropolitan alanındaki (Zonguldak - Kozlu - Kilimli - Çatalağzı yerleşim bölgelerindeki) ekonomik ve sosyal yapıyı ortaya çıkarmak için bir çalışma yapmıştı. Bu çalışmayı 1996 yılı itibariyle tekrarladı. Zonguldak'ta 1973 - 1996 yılları arasında ortaya çıkan değişimi ortaya koydu.

Bu çalışma "Dört Maden Kentinin Değişim Öyküsü" adı ile yayımlandı.
Engin Erkin'in tespitlerine göre son otuz yılda Zonguldak'ta nüfus yaşlandı, aileler küçüldü, aile başına çalışan sayısı azaldı. 1970'li yıllarda ailelerde ortalama kişi sayısı 5.4 iken, şimdilerde 4.2'ye indi. Her ailede ortalama 1-2 kişi çalışırdı. Şimdilerde 0.96 kişi çalışıyor.
1970'lerde Zonguldak'ta yasayan her 100 kişinin 46'si 17 yaşın altında idi. Şimdi 30'u 17 yaşından küçük. 1970'lerden bu yana çalışan nüfus içinde madende çalışanların payı azaldı ama, madenden emekli olup emekli maaşı alanların sayısı arttı.
1970'lerde toplam çalışan nüfusun yüzde 63'ü madende çalışırken şimdilerde her 100 çalışanın 27'si madende çalışıyor. Fakat çalışandan daha fazla maden emeklisi var.
Zonguldak'ta ailelerin üçte biri madende çalışanın geliri ile, üçte biri maden emeklisinin maaşı ile geçiniyor. Emeklilerin sayısı 1970'lere göre dört katı artmış durumda. Zonguldak'ta gecekondu sorunu yok. Her yüz ailenin 67'si kendi evinde, 10'u lojmanda oturuyor. 1970'lerde ise her 100 aileden sadece 50'sinin evi vardı. Zonguldak'ta çok sayıda bos konut var. Bazı mahallelerde 10 konutun 3'ü bos. Her 100 ailenin 21'i bir motorlu araç (otomobil, motosiklet, kamyonet, kamyon, otobüs) sahibi. "Zonguldak ekonomisinde kömür isletmelerinin ağırlığı giderek azalmış, isletmeler kapatılsa da ekonomi etkilenmez" demeye imkan yok. Çalışanı ile emeklisi ile kömür isçisinin ekonominin dinamiğini oluşturduğu, hizmet sektörünün kömür işletmeciliğine dayandığı görülüyor.

Büyük değişim sadece toplam nüfusun ve çalışan nüfusun yapısında, aile ve insan yaşamında. Ekonomide gerileme var, ilerleme yok. Tarım yok. İmalat sanayi yok. Tarım ve imalat sanayiinin gelişmesi için niyet yok. Gayret yok. Zarar eden kömür isletmelerinin harcamaları Zonguldak ekonomisinin can damarı olmaya devam ediyor.

Yardımcı kaynaklar
Zonguldak Nostalji
(zonguldaknostalji.com)
Sosyal medya
Ayfer Tunç
Güngör Uras