"Zonguldak'ta göremediğim insanca muameleyi askerde gördüm, ben.

Jandarmadan hep korktuk, bu topraklarda...
Ama insan olduğumu da askerlik yaptığım Erzincan'da teğmenim sayesinde anladım.
'Demek ki, bize de birileri değer veriyor' dedim.
1933 doğumluyum...
Nüfusta öyle yazıyor, gerçeği Allah bilir.
1957 yılında zar-zor askere gittim.
Normal şartlarda 1953 senesinde askere gitmem lazımdı.
Maden göndermedi bizi...
'Kömür çıkacak, işçi çalışacak, askerlik sonra' dediler.
'Vatanın kömüre ihtiyacı var, şu anda askere gerek yok' dediler.
4 yıl fazladan karın tokluğuna çalıştık, Dilaver derinliklerinde...
Sonra dediler:
'Hadi sen, askerlik görevini yap da gel.'
Askerliğim Erzincan'a çıktı, piyade birliğine...
Yavaş yavaş oraya da alıştık. Ne de olsa 2 yıl da vatana burada hizmet edeceğiz.
Dediler:
'İntikale çıkıyoruz, araziye...'
Bir süre sonra yemek için mola verdik.
Yemekler yendi. Teğmen, 'Birisi su getirsin' dedi.
Aldım ibriği, komutanın eline su döküyorum.
Benimle konuşmaya başladı, teğmen:
- Ya Hüseyin, sen yaşlı gösteriyorsun.
- Komutanım, benim yaş 25'e dayandı.
- Sen mahkum muydun, asker kaçağı mıydın, okul filan mı okudun, neden geç geldin askere?
- Komutanım, ben madenciydim, maden bizi bırakmadı, gelemedik.
- Sen şu elindeki ibriği bırak bakalım. (Başka bir askere seslenerek) Oğlum, şu elime suyu sen dök.
Hüseyin'e eliyle yanına oturmasını işaret eden Yasin Teğmen:
- Anlat bakalım, ne madeni bu?
- Komutanım, Zonguldak'ta kömür madeninde işçiydim ben. Devlet, 'Kömür lazım, asker değil' dedi, 4 yıl fazladan çalıştırdı bizi...
- Sen askerliğini yapmışsın Hüseyin, senin askerlik bu gün burada bitti. Nöbet tutmayacaksın, depo sorunlumuz sensin, otur orada, askerliğini tamamla...
- Komutanım, ben okuma-yazma bilmem, hata yaparım defterde...
- Tasa etme sen, yanına sağlam bi asker vereceğim.
Allah razı olsun, insan olduğumu hatırlattı bana... Bağırdı sonra askerlere, toplanmaları için.
Onlara, 'Hüseyin ağabeyiniz, ben neysem odur. Asker değildir, arkadaşlar. O askerliğini maden ocaklarında 4 yıl çalışarak fazlasıyla yapmıştır. Bize de ona saygı duymak düşer, sizden de bu saygıyı bekliyorum' dedi.
O an işte insan muamelesi görmüştüm, ilk defa.
İlk defa 'madenci' diye hor görülmemiştim.
Allah razı olsun teğmenden.
Öyle güzel adamdı ki...
Bir gün Erzurum'a nişanlısına gidecek.
Dedi:
'Hüseyin hazırlan, gidiyoruz.'
'Ben gelmesem' diyecektim, sözümü kesti, itiraz istemedi.
Yemekler yapıldı, hediyeler filan vardık Erzurum'a...
Beni hem nişanlısı hem de onun ailesiyle tanıştırdı.
Gururla bahsederdi, her yerde benden.
Utanırdım, Allah biliyor...
Kimse bahsetmedi ki, bizden o güne kadar iyi dilekleriyle...
Kızarırdı, hemen yanaklarım.
Askerlik bitince, yeniden indim maden ocağına...
Ve işte ondan sonra daha da bir gururla çalıştım, ocaklarda.
Biliyordum artık, biz ölsek de, gururla bahsedecek birileri vardı ardımızdan.
Allah razı olsun, teğmenimden."
Böyle anlatıyor, yaşadığı madenciliği Hüseyin Amca...
Öyle değil mi ki zaten?
Ne güzel kalpler kaldı yer altında...
Behçet Kalaycı'nın şu mısraları gelir de akıllara...
"Soluyan iri kömürler gibi çıkarak dışarı...
Bir başka dünyadan gelmişçesine...
Yüzleri gecelerce kara, içleri apak...
Has oğullar veren bir kovandır, Zonguldak..."