Asker kızı olan Alman annesi ve Çerkes babaannesinin katı kuralları ile büyüse de dersleri ve okumayı sevmeyen bir öğrenci oldu. Beşinci sınıfa kadar kitap açmadı, lise ikide okuldan kovulmak üzereyken coğrafya hocasının yönlendirmesi ile inşaat işçisi olmanın kıyısından döndü. Bir gemide iş bulup Norveç'e kaptan olmaya gitti. Limanda inince vazgeçti ve İstanbul'a dönerek felsefe ile biyoloji okumaya başladı. Mezun olunca Fransa için evden çıkıp İran otobüsünde buldu kendini. Daha sonra Fransa'ya gidip mektuplaştığı Fransız kızla evlenip Türkiye'ye döndü. Kendi çabası ile çok sayıda dil öğrendi. 15 farklı üniversitede Bilim Felsefesi üzerine dersler, konferanslar verdi. Bölüm başkanlığı, dekanlık yaptı. Türkiye'nin sayılı felsefe hocalarından Prof. Dr. Teoman Duralı, filmlere konu olacak hayatının inişli çıkışlı ve bir o kadar öğretici yönlerini 'Doğdum Ev'de anlattı.

Yıl 1947, yer Zonguldak. Teoman Duralı nasıl bir evde doğdu?

Zonguldak yakınlarında Kozlu diye bir yerde dünyaya geldim. Kılıç mahallesinde. Kozlu eskiden nahiyeydi. Babam, Kozlu'daki elektrik santralinde görevliydi. Bu elektrik santrali, madenlere enerji veriyordu. Çocukluğum Zonguldak'ta geçti. 3 yaşındayken Kozlu'dan Zonguldak'a geldik. Ve 1951'de Çatalağzı'na geçtik. Babam elektrik santrali müdürü oldu. 1954'e değin orada bulundum. İlkokula orada başladım, köy okuluydu. 1954'te babam milletvekili seçilince benim cennet hayatım bitti, Ankara denilen cehenneme geldik.

Zonguldak'ta bulunduğunuz süre içerisinde nasıl bir çocukluk geçirdiniz?

Ders çalışma gibi bir derdim yoktu

Çok dışarıdaydım. Hemen hemen eve girmezdim, sevmezdim. Hala da öyle kapalı yerleri sevmem, sıkılırım. Zonguldak civarında doğadaydım. Hele Çatalağzı'nda hep kır ve ormandı etraf. Ankara'da da sokak çocuğu oldum. Hep sokaktaydık. Mahallede oynuyorduk. Eve akşamdan akşama giriliyordu. O arada tabii dersler de uçuyordu. Zaten dersi hiçbir zaman sevmedim, okulu sevmedim. O bakımdan ders çalışma gibi bir derdim yoktu, o dert annemin babamın başına kalmıştı. Benden dolayı çok üzülürlerdi, derslerime bakmıyorum, okuldan kaçıyorum diye.

Mahallede oynuyorduk. Eve akşamdan akşama giriliyordu. O arada tabii dersler de uçuyordu. Zaten dersi hiçbir zaman sevmedim.

Sizi en çok hangi ders rahatsız ederdi?

Bütün dersler. Hiçbir dersi sevmezdim.

Almanya'dan gelen atlas hayatımın dönüm noktası oldu

Hem Ankara hem Zonguldak için geçerli mi bu?

Hepsi için aynı şey. Herhalde ilkokul dördüncü sınıftaydım Ankara'da. Almanya'dan birisi bizi ziyarete geldi ve bir atlas getirdi. Hayatımın dönüm noktalarındandı. O atlas benim olağanüstü derecede ilgimi çekti. Ben aşağı yukarı beşinci sınıfa değin okumadım. Okumaktan hiç haz duymadım. Zorla oturturlar işte 'şunu oku bunu oku'... Yapmıyordum. Sürekli gözüm dışarıdaydı. Ankara o vakit bahçelere dolu bir şehirdi. Evler çoğunlukla 2-3 katlı bahçelere çevrili, yeşildi. Şehrin içi yeşil, dışarısı kıraçtı. Ve sürekli meyve aşırmakla meşguldük. Bahar gelip de meyveler belirlemeye başladığından güze değin meyve aşırmakla meşgul olurduk.

Almanya'dan birinin ziyarete geldiğini belirttiniz. Anneniz Alman, babanız Çerkes değil mi?

Babamın annesi Çerkes. Babamın baba tarafı Türkmen.

Babanızla anneniz hangi vesileyle tanışmışlar?

Mustafa Kemal döneminde belli bir dereceyle liseyi bitirenler dışarı gönderiliyordu. Burslu. Babam da o vesileyle 1929'da Almanya'ya gitti. Saksonya eyaletinde, Chemnitz şehrinin üniversitesine girdi. Mühendislik Yüksek Okulu. Annemle işte orada tanışıyorlar. Herhalde 1930'da evlendiler. Abim 1931'de dünyaya geliyor Chemnitz şehrinde. Babam 1933'de Berlin'e gidiyor. 1 yıl da Berlin'de Yüksek Mühendislik tahsili görüp 1934'te Türkiye'ye dönüyor. Annem abimle Almanya'da kalıyor, babam buraya geliyor. O vakit askerlik 4 yıl. Kayseri ve Eskişehir'de askerliğini yapıyor. Askerliğini bitirdikten sonra 1936 yahut da 1937'de Zonguldak'a tayin ediliyor. Annem de 1938'de oğulcuğuyla birlikte buraya geliyor Almanya'dan. Trenle.

Dedem Alman ordusunda bi̇nbaşısıydı

Anneniz için Almanya'dan çıkıp o yıllarda Zonguldak'a gelmek zor olmuştur değil mi?

Evde kışla terbiyesi gördük biz

Korkunç bir şey. Aklın, havsalanın alacağı bir şey değil. O vakit ki dünya bugünkü dünyayla kıyas kabul etmiyor. Tamamıyla farklı şeyler. Saksonya bir kere denizden uzak bir yer. Annem de annesi de kardeşi de denizi hiç görmemişler. Yerlerinden yurtlarından çıkmamışlar. Annemin babası askerdi. Bir asker ailesinden geliyordu. Annemin babası 1. Dünya Savaşı'nda Fransa'da ağır yaralanıyor. Uzun süre hastanelerde kalıyor. 1920'li yılların sonlarında yaralarından ölüyor büyük babam. Ama tabi annem iyi hatırlıyor babasını.

Annem 1910 doğumlu olduğuna göre babası öldüğünde 16-17 yaşında falandı. Hep anlatırdı, 'ben babamın çizmelerine yahut düğmelerine bakarak saçlarımı tarardım' derdi. Büyük babam Süvari Binbaşısıymış. Çizmeleri pırıl pırıl, düğmeler öyle. Bizde evde terbiye de o şekildeydi. Evde kışla terbiyesi gördük biz. Ben bundan çok şikayetçiydim ama askere gittiğimde çok memnun kaldım. Annemden gördüğüm o eğitim çok işime yaradı. Türkiye'nin en zor okulunda bulundum. Polatlı Topçu Okulu'nda. Bir tek ceza almadan okulu bitirdim.

Babamdan çok küçük yaştan itibaren gördüm. Kadına saygı göstermek ve saygıdan da öte huşu duymak. Çünkü en kutsal varlığımız annemizdir ve o da bir kadındır.

Disiplin baskısının dışında bir kültür çatışması yaşadınız mı?

Aşırı bir disiplin vardı. Olağanüstü şekilcilik vardı. Yatak kılığıyla yatağın dışına çıkamazsın. Pijamayla, gecelikle evde dolaşamazsın. Küçücüktüm bana yatak yapmasını öğretti. Ben bugün hala yatağımdan çıkar çıkmaz yatağımı yaparım. Bir içgüdü halini aldı. Otelde de kalsam nerede olursan olayım o yatak mutlaka yapılacaktır. Düzen aynı şekilde. Benim en tahammül edemediğim şey bir yerin dağınık olması...

Sakarya vilayetinin Sapanca kazasının hemen yanında Kırkpınar diye bir köy var. Bu Çerkes köyüydü. Oraya götürür bırakırlardı beni. Annem oraya bayılırdı, manzarası falan çok güzel o ayrı. Oradaki tertip ve düzen... Temizlik hastasıydı benim akrabalar. Benim bütün akrabam, babamın anne tarafıydı. Bunlar dediğim gibi Çerkes, soyu kurutulmuş Çerkeslerden; 'Ibıh'. Bilmem hiç işittiniz mi? Bunların soyunu kırdı Ruslar. Dilleri de ölü bir dildir. Nitekim benim büyüklerim Ibıhça bilmezdi. 'Adige' konuşurlardı aralarında. Ana dilleri 'Ibıh' olmakla birlikte 'Adige' konuşurlardı. Annem onlara hayrandı, onların tertipliliğine, titizliğine, düzenlerine vesaire. Gönül rahatlığıyla beni bırakırdı orada ve İstanbul'a veya Ankara'ya dönerlerdi.

Ben de birkaç ay orada kalırdım ve orada enfes Çerkes dansları seyrederdim. Kendi aralarında eğlenirlerdi gençler. Ve o kendilerine mahsus kılıklara bürünürlerdi. En dikkat çekici taraf, erkek erkektir kadın da kadındır. Ama o erkeklik kadının karşısında dururdu. Kadına son derece saygılıydılar. Bu, babamda da olan bir olaydı. Ve babamdan ben bunu çok küçük yaştan itibaren gördüm. Kadına saygı göstermek ve saygıdan da öte huşu duymak. Çünkü en kutsal varlığımız annemizdir ve o da bir kadındır. Babam anneme saygısızlık etmeme hiçbir zaman katlanamazdı. Ben anneme şöyle bir ters bir laf söyleyeyim, dayaktan kurtulamazdım.

Hiçbir zaman profesör olmak istemedim

Okul günlerine dönersek okumayı sevmeme döngüsü ne zaman kırıldı? Bugün bir profesör var karşımızda...

Hiçbir zaman profesör falan olmak istemedim. Ne olmak istemediysem beni Allah oraya itmiştir. Sopası yok derler, bal gibi de sopası vardı ve hep o sopayı yemişimdir ben O'ndan. Önce O'ndan sonra babamdan... O harita gelince, orada kalmıştık. Olağanüstü bir merak uyandı bende. Benim en önemli özelliğim meraklı olmak. Nedir bu merak? Ortada durmayana hamle yapmak. Onu öğrenmeye çalışmak.

O atlas önümde yeni ufuklar açtı. Ufuk, benim merakımın ateşleyicisi olmuştur. Çünkü ben gözlerimi açtığımda ufku gördüm. Kozlu Kılıç'taki evin penceresinden uzakta denizi görüyorsun. Zonguldak çok dağlık bir memlekettir. Dağların arasından, vadiden denizi görürsün. Denize baktığımda deniz gidiyor gidiyor gidiyor bir yerde kesiliyor. Gökle deniz birleşiyor, orada ne var? Küçüklüğümden itibaren bu duygu beni yemeye başladı. O ufuk çizgisinde ne var? 'Büyük ihtimalle oradan su boşluğa dökülüyor' diyordum.

Karayolları çok zayıftı o vakitler, varla yok arası bir şey. İstanbul'a gemiyle gidilip geliniyordu. Gemiye binerdik ki, yolcu gemisi de yoktu. Yük gemileriyle, kömür taşıyan gemilerle gidilirdi. Onların bazı kamaraları boş bırakılır, yolcu almak için. Gemi sahilden çıkar git gide git gide uzaklaşır. Ve ben böyle gözlerim fal taşı gibi açık bakardım. O ufka yaklaştıkça göreceğim, sular nereye dökülüyor? Ama aksi gibi biz yaklaştıkça o ufuk uzaklaşıyor, bir türlü ufka gelemiyorduk. Kimseye de derdimi anlatamıyordum. Ya ne var bunun ucunda?

Sonunda bulabildiniz mi ufku?

Çatalağzı'na yakın Filyos diye bir yer var. Orası çok güzel bir yerdi ve orada annemin arkadaşları vardı. Trenle 15-20 dakikalık bir yol. Filyos'a giderdik; annem, anneannem. Çünkü savaştan sonra anneannem bize gelmişti. Filyos'ta bir gün kumlarda oynuyoruz. Ben o vakit 5 yahut 6 yaşında filanım. 6-7 çocuktuk. En büyüğümüzün adı da hala aklımda, 'Tuncer Abi'. O, 12-13 olabilir. Onu çok gözümüzde büyütürdük. Ortaokula başlamış filan falan. Müthiş bir olay.

Ben orada dolanırken bir tahta parçası buldum. Gemi şeklinde bir tahta parçası. Tuzu yiye yiye ap ak hale gelmiş. Bunu aldım evirdim çevirdim koştum Tuncer'e, "abi abi" dedim "bak ne buldum" dedim. Aldı böyle ilgisiz gözlerle baktı "bu tekne" dedi, "kim bilir o karşı tarafta bir çocuk kaybetmiş olmalı" dedi. Ufku göstererek, karşı taraf dedi... "Abi" dedim, "o karşı taraf dediğin ne, oradan su boşluğa dökülüyor" dedim. Baktı baktı, "oğlum sen ne kadar aptal bir herifsin ya" dedi. "Ne diyorsun sen?, Nereye dökülüyor, ne suyu?" dedi. "Abi" dedim, "oradan su dökülüyor mu boşluğa?" "Oğlum orası Rusya" dedi.

Hayatımda işittiğim ilk ülke adıdır. "Orada bir şehir var" dedi, "Odessa". Zonguldak ve İstanbul dışında işittiğim ilk şehir adıdır Odessa. Ve o gün bu gündür Rusya hep bir tuhaf renkler cümbüşünü uyandırır kafamda.

Hayatımda ne sevmişsem Ankara'da o yok

Yüksek öğrenim için İstanbul Üniversitesi'ne gidiyorsunuz. Neden İstanbul, neden felsefe?

Ankara benim için bir mahkumiyet dönemi oldu. Hayatımda ne sevmişsem Ankara'da o yok. Dağ sevmişim yok. Ormanı sevmişim yok. Denizi her şeyden önce sevmişim o yok. Bende bu harita olayıyla başlayan bir merak, dünyaya açılmak, görmek, gezmek... Ben o haritalardaki adları ezberliyorum. Denizleri, şehirleri, dağları. Olağanüstü bir coğrafya bilgisi belirmeye başladı. İşte beni sınarlardı, falanca ülkenin başşehri. İşte filanca ırmak nereden akar, nereden doğar nereye gider? Olmadık olmayacak bilgilerle...

Coğrafya tutkusu beni okumaya sevk etti

Ama dediğim gibi bunlar bir tutku halindeydi ve bu coğrafya tutkusu beni okumaya sevk etti. Evde kitap çoktu. Bu kitapları yutmaya başladım. Abim müthiş bir asker delisiydi. II. Dünya Savaşı'yla ilgili çok zengin bir kitaplığı vardı. Ben de coğrafyanın yanı sıra askerlikle ilgili kitapları, metinleri okumaya başladım. Bunlarla ben Almanca okumayı öğrendim. Ben hiç okula gitmedim Almanca üzerine. Annemden aldığım pratik bilgilerle başladım. Okumayı yazmayı hepsini kendi kendime öğrendim.

Ve bu arada, daha ileriki dönemlerde bu sefer dil bilgisi kitaplarını edinmeye başladım. 1960'da ilk defa Ankara'da ecnebi dillerde kitaplar çıkmaya başladı. Kültür merkezleri açıldı. Hiç olmayan bir şeydi. Fransız Kültür Merkezi, Alman Kültür Merkezi, İtalyan, İngiliz, Amerikan filan falan. Ben o kitapçılarda sarhoş oluyordum. Özellikle dil kitaplarını gördükçe. Onlara nasıl böyle büyük bir hayranlıkla bakardım. Param yok, alamıyorum. Gidecek bir yerim de yok.

Babama gitsem dayak yiyeceğim, 'sen okulun sonuncususun, senin ne işin var'. Mesela orada ne gördüm, 'Malayca'yı kendi kendine öğren'. Neresidir? İşte gittim baktım, haritada falan. Ama nasıl beni çekti. Tabii okulda ben İngilizce görüyorum. Kitabın açıklamaları da İngilizce. Timsahlardan bahsediyor, ondan bahsediyor, bundan bahsediyor. Böyle kabıma sığamayacağım. Bir evden kaçabilsem, kapağı bir limana atsam da gemiye atlayıp gitsem. Hep kafamda bu var.

Bir papazdan Latince dersleri aldım

İstanbul'u tercih etme nedenlerinizden biri bu muydu?

İstanbul'a ben öteden beri aşığım, hala da öyle. Ölmeyen bir aşktır bu. Ve başka yerlere kulaç atan adamları hiç anlamıyorum. Paris'e gitmek ister, Londra'ya, Los Angeles'a, New York'a. Ne var oralarda? Çözemedim ben bu sorunu. İstanbul gibi bir yerde oturuyorsun, yaşıyorsun. Ne varsa oralarda? Böyle bir şeyim var ama liman şehri olmasının da etkisi vardı. Büyük zorlamalar sonucu, yalvarmalar, yakarmalar, dilenmeler sonucu ben bu kültür merkezlerine girdim. Dil öğrenmeye başladım. Hocalarımdan çok yardım gördüm.

Mesela İngilizce hocamız vardı, ona Latince öğrenmek istediğimi söyledim. Nasıl öğrenirim, nereye gidebilirim? Bana Fransız Kilisesinin papazını buldu. O adama gittim, işte o zamanlar lise 1'deydim. Dedim ki 'ben bunu öğrenmek istiyorum bana ders verir misiniz?' Böyle ince, uzun, sıska bir beyefendi. Ellilerinde falan olmalı. Derdimi anlattım. 'Olur', dedi. 'Öğretirim sana.' Ve benden ders başına 17 lira istedi. Niye 7'si var onu anlayamadım. 15 olabilir, 20 olabilir. Ama 'hayır 17' dedi. 'Bu bana bir şey sağlamaz. Ben bundan para kazanmıyorum ama sen Müslüman bir delikanlısın, sana bedava ders vermem hoş olmaz. Bu bir ahlak sorunudur, o yüzden ben senden bu parayı talep ediyorum' dedi.

Edebiyat hocam da meslektaşının kızına İngilizce dersi vermemi sağladı. Ben ona verdiğim özel İngilizce dersinden 25 lira alıyordum. Papazıma da 17 lira veriyordum. 3 yahut 4 yıl Latince dersi aldım, özel ders aldım. Onun yanında işte demin bahsettiğim gibi Fransızca, İtalyanca derslerine gittim kültür merkezlerinde. Bir de lise sondayken, ODTÜ'de öğrenim gören Arap talebeler vardı. Filistinli özellikle. Bunlar Arapça ders veriyorlardı, oradaki derse de gittim.

Bu şartlar altında ve bir de ben çok yoğun spor yapıyordum. Atletizm koşuyordum. Liseyi bitirdim zar zor. Çok büyük sıkıntılarla. Zorluklarla bitti. Bitirir bitirmez ilk işim İstanbul'a kapağı atmak oldu. Ama üniversite okumayacaktım. Kesin üniversite okumayacaktım. Gemide iş bulup, Norveç'e gidip kaptan olacaktım. Norveç'e geldim, kaptan olmaktan vazgeçtim. İstanbul'a dönüp felsefe öğrenimine ve biyoloji öğrenimine girdim. Felsefe öğrenmeye beni sevk eden kişi rahmetli Coğrafya Hocam Hatice Hanım oldu.

Coğrafya hocam hayatımı kurtaran kişiydi. 'Hocam benim elim neye yatkın?' dedim. 'Hiçbir şeye' dedi. 'Kafan işliyor' dedi. 'Peki, ben bu aklımla ne yapabilirim?' dedim. 'Felsefe okursun' dedi.

Coğrafyanız çok iyiydi o zaman. Neden coğrafya değil de felsefe?

Coğrafyam iyiydi de Coğrafya hocam hayatımı kurtaran kişiydi. Çünkü beni lise 2'de kovuyorlardı okuldan. O, disiplin kurulu başkanı olarak beni kurtardı. Meslek Okuluna verecekti babam o yılın sonunda. Kaydımı her şeyimi yaptırmıştı Gazi Eğitim'e. Şimdi Gazi Üniversitesi oldu... Bir Temmuz günü okula gittim. Nöbetçi müdürdü Hatice Hanım. Üçüncü kata çıktım. Odaya girdim, böyle geniş bir oda. Uzun boylu, ak saçlı ve saçlarını başında topuz yapan bir hanımefendi. Kastamonulu. Çok hanımefendi bir kişiydi. Sertti de. Baktı bana. "Hayrola. Ne işin var burada?" dedi. Ben de ezile büzüle, "Hocam" dedim, "Babam beni Gazi Eğitim'e yazdırdı".

Beni de götürdüler gösterdiler. Duvar öreceksin, bilmem tahtaları kıracaksın, oyacaksın.. "Şimdi buradan belgelerimi alıp götüreceğim" dedim. "Vermiyorum" dedi. Tabii o günkü terbiyeyle 'Aaa niye vermiyorsunuz, nedendir falan filan' böyle laga luga yok. Büyüğün, hocan. 'Vermiyorum' dediyse bitti. "Babama ne diyeceğim?" dedim. "Hocam belgeleri vermiyor diyeceksin". "Peki efendim" dedim. "Memnun olmazsa beni arasın" dedi, "telefon etsin". "Peki hocam" dedim.

Böyle bir tezgahın arkasında duruyordu. Uzun bir masa. Oradan çıktı böyle kocaman pencere vardı ve o pencereden baktığınızda daha alt aşağıda bir çatı vardı. Çatıyı aktaran bir işçi, bir usta, neyse. "Bak oğlum" dedi. Gösterdi. "Sen bu mu olacaksın?" dedi. "Hocam, o da hayatını alnının teriyle kazanıyor" dedim. "Ben sana alnının teriyle kazanmıyor demedim ki" dedi. "Gayet tabi. Onun kazancı helaldir. Ama oğlum sen onu beceremezsin. Senin elin o işe yatkın değil" dedi. "Hocam benim elim neye yatkın?" dedim. "Hiçbir şeye" dedi. "Kafan işliyor" dedi. "Peki, ben bu aklımla ne yapabilirim?" dedim. "Felsefe okursun" dedi. İlk defa orada kulağıma üflenmiş bir laftır. Ve ondan sonra ben bundan bir daha kurtulamadım.

Babanız nasıl razı oldu?

Akşam geldi babam eve. "Noldu?" dedi. "Hocam vermiyor" dedim. "Hangi hocan?" dedi. "Coğrafya hocam" dedim. Babam tanımazdı hocalarımı çünkü annem velim olurdu. Babam hiç ilgilenmezdi okulumla. Okulumla ilgilense kan basıncı çok yükselecek çünkü. Bütün bu işleri yürüten annem benden dolayı nasıl utanıyor anlatamam size.

Babam okulumla ilgilenmezdi annem velim olurdu

O yıl sonları yahut dönem sonlarında karne zamanında sokağa çıkmaya cesaret edemezdi kadın. Çünkü işte mahallede gelirler 'Aaa hanımefendiciğim işte bizim kızımız,' hep de kızlarda oluyor bunlar ne kerametse...'Kızımız Refia hep pekiyi, hep pekiyi.' O zaman notlar yoktu. İyi, pekiyi, zayıf falan. 'Eminim oğlunuz Teoman da kim bilir ne kadar iyi notlar getirmiştir.' Halbuki mesela 17 dersten 13'ü kırık. Öyle bir rezalet bir karne...

Yani neyden geçmişim? Dinden geçmişim. Jimnastikten geçmişim. Müzikten geçmişim falan. Bir de kompozisyon çok iyiydi. Nerede kaldıydım... "Hocam vermiyor" deyince sustu, bir şey söyleyemedi. Annem zil takıp oynayacak bir yerlerde. Aman nasıl seviniyor ve nasıl üzülmüştü beni alıyor diye. Ah ah o kadın! Yüreği duracak neredeyse. Neyse, bu hocam sayesinde ben o okulu bitirdim. Atılmaktan da kurtuldum, Gazi Eğitim'e verilmekten de. Ve nihayet bitti işte buraya geldim. Burada bir Türk şirketinin gemisinde iş bulup gemide çalıştım. 8-9 ay kadar.

Bütün bu işleri yürüten annem benden dolayı nasıl utanıyor anlatamam size. O yıl sonları yahut dönem sonlarında karne zamanında sokağa çıkmaya cesaret edemezdi kadın.

Gemi hayalinize kavuşmuşsunuz, neden kaptan olmadınız?

Gemiyle Kuzey Avrupa'ya, Norveç'e gittik. Oslo'ya kadar. 28 Aralık 1967 sabah saat 6 sularında karanlık soğuk kış günü vardık oraya. Ben orada gemiden kaçacak ve kaptanlık okuluna yazılacaktım. Yarı yoldan döndüm, niye döndüm sormayın. Bilmiyorum, döndüm... Ürktüm herhalde. Nefis bir manzaraydı. Karlar altındaydı o şehir. Ve sabah saat 9 sularında ben limandan çıktım, tek tük insan var. Sora sora gidiyorum. Deniz Okulu nerede? O soğuk, o yalnızlık. Beni ürküttü bir şekilde. Ne oldu bilmiyorum ama zaten çok böyle olağanüstü olayların nedenlerini bir türlü bulamamışımdır.

Döndüm geldim. İstanbul Üniversitesi'nin sınavına girdim. Hiç burada okumak istemiyordum. Burada kalmak istemiyordum. Nasıl oldu bilmiyorum, geldim burada 3 fakülteye başvurdum. Babam hukuk okumamı istiyordu. Babası hukukçuydu. Benim üç şeye hiç merakım yoktur. Hukuk, siyaset ve maliye. Babamın hatırı için hukuka başvurdum, tıpa başvurdum ve felsefe yazdım. Çok yakın bir arkadaşım, çok sevdiğim, benden büyük bir arkadaşım tıp okuyordu. "Oğlum sen hekim olamazsın çünkü bir kere kan göremiyorsun" dedi. "Sen felsefe ve biyolojiye gir. Senin tabiatını biyoloji tatmin eder" dedi. Hiç aklıma gelmemişti.

Ve ben onun tavsiyesi üzerine felsefeyi seçtim, onun yanında biyolojiyi de yazdım. Üçünü de kazandım. Babam küplere bindi. Müthiş kızdı felsefe seçtiğim için. "Olacak iş değil. Böyle bir şey olmaz" dedi. Böyle döndü dolandı ortada. 'Tamam, şimdi köteği yiyeceğiz herhalde' dedim ama ben kocaman bir adam olmuştum o zaman. 20 yaşında falandım. Bu şartlarda dediğim gibi felsefeye girdim.

O zaman biyoloji bölümü yoktu. Çok sevdiğim bir hocam bitki bilim kısmındaydı, botanikteydi. Benim bitkilere hiç merakım olmamasına rağmen, hayvanlarla işim vardı. O adam botanikte olduğundan ben de bitkilere girdim ve onun sayesinde bitkilerle tanıştık. Tabii sonradan ilerleyen günlerde zoolojiye de geçtim, orada da ders gördüm filan falan ama esasım bitki kısmındaydı. Bu şartlar altında mezun oldum.

1988 yılında profesör oluyorsunuz. Anneniz ve babanız hayatta mıydı?

Babam değildi. Annem hayattaydı. Babam 1981'de öldü.

Üniversiteye devam etmeniz, felsefede bir yere gelmiş olmanız kendisini hiç mutlu edebildi mi?

Hiçbir zaman evlenmek istemeyen adam daha üniversite birinci sınıftayken evlendi

İnşallah, bilmiyorum göstermedi. Hiç belli etmedi. Akrabalarımdan çok övgü dinlemiştim. Annemden bilmiyorum. Annemi pek fark etmedim. Babamdan hiç, en ufak bir övgü sözü gelmedi. Felsefeyi bitirdikten sonra bana hocam, rahmetli hocam doktora teklif etmişti. Tabi o vakitler ben evliyim. Hiçbir zaman evlenmek istemeyen adam daha üniversite birinci sınıftayken evlendi. Ve bütün üniversite tahsilimi, bütün doktoramı falan evliyken yaptım. Çocuk gürültüleri arasında...

Anneniz gibi eşiniz de yabancı uyruklu değil mi?

Fransız. O da başlı başına bir problemdi. Annem kesinlikle istemedi. 'Fransız'dır' diyemedi ama "çok gençsin daha olmaz sen yapamazsın bunu" dedi. Ama biliyorum ki, kafasının arkasında Fransa düşmanlığı vardı. Babası orada vurulmuş ya... Ondan sonra benim eniştem, Allah rahmet eylesin hoş bir adamdı. O da emekli askerdi. "Yenge, Fransız geline bunca itiraz ediyorsun, bu delinin önde gideni sana yarın falanca bir milliyetten gelin getirirse görürsün gününü" dedi. Annem yelkenleri suya indirdi ondan sonra.

Sen buranın ekmeğini yedin oğlum, burası seni yetiştirdi, okuttu. Doktorana kadar burası yatırım yaptı sana, bu memleket.

Kariyerinize yurt dışında devam etmeniz çok muhtemelken neden Türkiye'de kaldınız?

1977'de doktoramı verdim ve nasıl oldu şimdi tam hatırlamıyorum bu doktoramın özetini Fransızca olarak Kanada'ya gönderdim. Ve bana davet geldi, Quebec Üniversitesi'nden. 'Tezinizi çok beğendik, takdir ettik. Buraya bekliyoruz, gelin buraya' dediler. Çok gencim tabii o zaman. Çok sevindik karım da ben de. Babama dedim "davet ettiler gidiyorum."

Son Osmanlı olarak ağzı bozuk bir adamdı. "Ulan! Burada yetişmiş adam... Sen buranın ekmeğini yedin oğlum. Burası seni yetiştirdi, okuttu. Doktorana kadar burası yatırım yaptı sana, bu memleket. Bu tabanı yarık, cebi delik millet sana baktı. Eee. Şimdi bunlar parsayı kapacaklar. Buranın verdiklerini onlar sömürecekler" dedi. Yine bitti bizim işimiz...

Benzeri bir olayı 1978'de yaşadım. Beni Paris'e çağırdılar. Biyoteknoloji konusunda seminerlere katıldım Paris'te. Ve seminerlerin başını çeken kişi dünya çapında bir biyologdu. Bir gece beni yemeğe davet etti. Paris yakınlarında güzel bir lokantada yemek yedik. Bana "gel burada doktoranı yap ve burada kal" dedi. Dönünce doktora hocama "beni bir doktora daha yapmaya davet ettiler" dedim. "Yaa, demek ki Teoman bizi terk ediyor. Bütün verdiklerimizi sermaye etti ve şimdi basıp gidiyor" dedi.

Nedense kimseye bunlar yapılmaz. Benim püf noktamdır ve hep bana bu getirilir. Bilhassa annemden aldığım sadakat ve vefa. O kadar berbat bir şey ki bu... Ben bunun o kadar zararını gördüm ki hayatımda. Ve bir türlü de kurtulamadım bundan. Bütün evliliklerim, üniversiteyle, memleketle, karımla, onunla bununla, hep Katolik evliliği olmuştur. Hiçbir yerden boşanamadım ve hep de boşanmak istemişimdir. İşin tuhaf tarafı bir türlü üstümden atamadım yüklendiklerimi. Buraya kadar geldik artık bundan sonra toprakla evlenmekten başka bir şeyimiz kalmadı çok şükür.

Herhalde bu memlekette Türkçeyi en iyi bilen bir veya iki kişiden bir tanesiyim. Hayatta üç tane en zor başarılacak iş görmüşümdür. Dil öğrenmek, evlenmek, kuantum mekaniğini anlamak.

10'a yakın dil bildiğinize dair rivayetler var?

Türkçe biliyorum. Benim tek iddiam bu. Ben Türkçe biliyorum ve şöyle bir iddiam var, herhalde bu memlekette bu dili en iyi bilen bir veya iki kişiden bir tanesiyim. Öbürlerini boş ver. Çünkü dil bilmek kadar zor bir şey yok. Hayatta üç tane en zor başarılacak iş görmüşümdür. Dil öğrenmek, evlenmek, kuantum mekaniğini anlamak. Bunların künhüne varamadım, bunların sırrını çözemedim. Bir muamma bunlar.

Dil olağanüstü nankör bir yaratıktır

Fakat buna rağmen Latincenin üzerine Yunanca, Felemenkçe, Malayca dahil çeşitlendirmişsiniz?

Bunlardan birçoğunu unuttum. Dil olağanüstü nankör bir yaratıktır. Sürekli bakım göstermediğinizde derhal sizi terk eder. Malayca dediğiniz için söylüyorum, Malaycayı bayağı iyi biliyordum. Sonra uygulamayınca tamamı ile gidiliyor, unutuluyor.

Farsça?

Farsçam da çok zayıfladı. Benim 1970'lerde bildiğim Farsça ile şu anda bildiğim arasında büyük bir uçurum var. Ben ana dilini unutan adamlar gördüm. Ana dilini unutmuş adam! Marsilya'da bir Almanla tanışmıştım. II. Dünya Savaşı sonunda esir düşüyor, Fransızlar bunu alıyorlar diyorlar ki 'bize paralı asker olursan hayatın kurtulur.' Kabul ediyor. 1945'ten 1967'ye değin Almanca konuşmamış. Bir ara Almanca konuşalım diye teşebbüste bulundum, "Almanca bilmiyorum artık, üç beş kelime ancak var" dedi. İnsan ana dilini nasıl unutur? "Kullanmaya kullanmaya" dedi. Özellikle okumazsanız, okunacak malzemeniz yoksa bu dil gidiyor.

Birçok farklı ülkeye gidiyorsunuz, seyahat etmek sizin için ne anlam ifade ediyor?

Başta söylediğim çocukluğumdaki ufuk meselesi... En sevdiğim, en gitmek istediğim ve kalmadığıma çok pişman olduğum ülkeler var. Bunlardan biri Afganistan. Öbürü Moğolistan. Bir başkası da İzlanda. Özellikle Moğolistan beni çok ama çok cezbetmişti. O tenhalık, o terk edilmişlik. Afganistan'da da insanlar beni çok sardı. Yabani adamlar, böyle içi dışı bir adamlar. İran gibi çok üçkağıtçı adamların yaşadığı memleketten, birden Afganistan'a geçiyorsun. Gece ile gündüz gibi farklı. Yekpare adamlar. Hayretler içinde kaldım.

Orada İslam Kale diye bir yer vardı, İran'dan çıkıyorsun 5 kilometre yürüyorsun çölde kimseye ait olmayan bir toprak parçası. Şah zamanında komünist çeteciler kan kusturuyorlar Şah'ın adamlarına. Bunlar sıkışınca Afganistan'a kaçıyorlardı. Şimdi Afganistan'a ateş edemiyorlar çünkü oranın hükümranlığını ihlal etmiş olurlar. Bu yüzden İran, şöyle bir 5 kilometre çekiliyor ve 'burası kimsenin olmayan toprak' diyor. Oradan Afganistan'a girebiliyorsunuz ve oraya girdiğiniz anda sizi vuruyorlar. Kimse de bir şey diyemiyor. Hukuken kimse orada bir hak iddia edemez. İşte oradan geçiyorsun.

Ve Afgan tarafına geldiğim vakit sanki dedim 12'nci, 13'ncü yüzyıldayım. Kılık kıyafet, her şeyi bambaşka bir havadaydı. Hudut karakolunda bir adam oturmuş. Sürekli, uyuşturucuyu toz halinde atıyor ağzına ve geveliyor onu. Adamın önünde neredeyse sonsuz bir kuyruk var. Pasaportları damgalatacaklar. Adam kaydedecek ve gidecekler Herat'a. En yakın şehir Herat. Akşam saat 9 suları falandı, mümkün değil yanına yanaşmak adamın. Çünkü iş yapmıyor tamamıyla sarhoş vaziyette. Önünü Pakistanlılar kapatmışlar. Kendileri işlemleri yapıyorlar.

Baktım olacak gibi değil, dedim başka çaresi yok dini siyasete kurban edeceğiz. Yanaştım, Pakilerden bir tanesine "Müslüman kardeşinize yardım edin" dedim. Baktılar, "Aaa, nereden geliyorsun?" dediler. "Türkiye'den" dedim. Şimdi baktı tabii Müslümana benzetemedi, 'bu gavur tipli herif nereden Müslüman oluyor' gibilerden... Ondan sonra, "Aaa öyle mi?" dedi. Öbürlerine de seslendi, "bak" dedi "Türkiye'den Müslüman kardeşimiz gelmiş" falan filan beni en öne taşıdılar, bir anda. Bilmem kaç sıra atladım geldim... Adamın elinde kocaman bir defter, elinde bir kalem böyle ağzı hafif açık arada bir alıyor tozu atıyor ağzına. Ondan sonra 'Naam' diyor. 'Naam-ı Mader, Naam-ı Pader, Tarih-i Tevellüt'. Ama yazmıyor. Söylüyorsun öyle kalıyor.

Aldım defteri önüme çektim. Kalemi de aldım, bizim eski yazıyla, adımı sanımı işte baba, anne adı hepsini yazdım koydum. Pasaportumu uzattım. Alıyor damgayı vuracak ama yanlış yere gidiyor. Aman ha! Aldım elini tuttum vurdurdum oraya. Ondan sonra kapattım defterimi, pasaportumu koydum cebime ve otobüse gittim. Çocukluğumdan kalma otobüs, tahta karoserli, üstüne de bavul falan koyuyorsun. İçerisi oturulacak gibi değil kokudan, sıcaktan. Merdivenden yukarı çıktım, yüklüğe serdim postumu. Ohh! dedim. Asya'nın uçsuz bucaksız göğü altında Herat'a doğru yola çıktık. Zifiri karanlık elektrik falan yok etrafta. Orada dedim 'Aaa! Ben yerime varmışım, burada kalsam' diye düşündüm. Ama kader çok fena çarptı Afganistan'ı. Ben ayrıldıktan kısa süre sonra saplandıkları savaş batağından bugüne kadar kurtulamadı o aziz millet.

Fransa'ya gidecektim Afganistan'a gittim

Seyahate çıkmaya nasıl karar veriyorsunuz? Bir seyahat programınız olmuyor sanırım çoğunlukla?

Kendiliğinden. Fransa'ya gidecektim ben esasında. Çünkü bir yıl önce tanıştığım sevgilime söz vermiştim, "ben geleceğim" dedim. Aslında orada okumamı istiyordu. "Burada okursun" dedi, o okuyacağım şehirde babasının evi vardı. "Burada kalırız, ben çalışırım sen okursun" dedi. "Sonra sen çalışırsın bana bakarsın" dedi. Kadınlarda görmeye alışık olduğumuz fedakarlıklar... Yapamadım, olmadı. Geleceğimi söyledim ama biraz da laf olsun diye yani onu razı etmek üzere söylenmiş bir laftı. Ama peşimi bırakmadı, sürekli olarak mektuplaşıyoruz tabii, "Geleceksin değil mi, ne zaman geleceksin, seni bekliyorum, artık gel". "Tamam, geliyorum" dedim. İşi de bırakmıştım burada. Tam biletimi alacağım. Tabi o zaman uçak yok, tren ya da otobüse.

Fransa'ya gideceğime Afganistan'a ve oradan Hindistan'a gitmek üzere yola çıktım.

Beyazıt'ta fakülteden çıktım, yolda yürürken bir otobüs gördüm, üzerinde bizim eski yazı Arap yazısıyla Mihan Tur yazılı. Üniversitede Farsça derslerine de giriyordum. Otobüse gittim. Sürücüsü içinde oturuyor, böyle hafif uyukluyordu. Camı tıklattım. Açtı, "bu araba nereye gider?" dedim. Önce Türkçe sordum anlamadı. Sonra Farsça konuşmaya başladım. "Tebriz'e gidiyoruz" dedi. "Nereden bilet alınır?" dedim. Hemen yandaki dükkanı gösterdi. Laleli Camiinin altında. Ben de dükkana girdim. "Tebriz'e kaç para?" dedim. İşte bir şey söyledi unuttum şimdi. "Tamam sen bana bir bilet kes" dedim.

Çalıştığım yerden de ya o gün ya bir gün önce paramı almıştım, istifa ettim ya. Çıkardım parayı verdim. Arkasından gittim değiş tokuş yapan dükkanlar var, döviz alıp satan dükkanlar, oradan da bir miktar Mark aldım. O zamanın en güçlü parası Alman Markı. Üstümde de 6 bin lira vardı. Türkiye'nin dışına 2 bin liradan fazla çıkarmak yasaktı. Buna rağmen ben o parayı sakladım, aldığım Marklar ve 6 bin liramla atladım Mihan Tur'a. Fransa'ya gideceğime Afganistan'a ve oradan da Hindistan'a gitmek üzere yola çıktım.

15 farklı üniversitede Bilim Felsefesi üzerine dersler, konferanslar verdiniz. Bölüm başkanlığı, dekanlık yaptınız. Bu bilime yıllarınızı verdiniz. Felsefe size ne kattı?

Türkiye'de 15 veyahut 16 üniversitede ders verdim. Bunların çoğu tayinle oldu. Yani ben elimi kolumu sallayarak 'geleyim ders vereyim' şeklinde değil, tayin etmişlerdir beni. Mesela Doğu Anadolu'ya, Elazığ'a YÖK beni tayin etti. Aynı dönemde Diyarbakır ve Malatya'da ders verdim. Sonra uzunca bir süre Adana'da Çukurova Üniversitesi'nde ders verdim. Erzurum, Sivas çoğunlukla Doğu'da ders verdim.

Söylemesi çok zor ve ağır bir şey söyleyeceğim şimdi. Kişiler gibi milletlerin de yatkınlıkları vardır. Özet olarak söyleyeyim. Bizim felsefeye yatkınlığımız yok.

Bile bile lades, ladesi bilir misiniz? Çerkes oyunudur lades. Bile bile oldu bu. Babamın bana kızmasına hak verseydim ve girmeseydim felsefeye, doğru bir iş görmüş olurdum. Söylemesi çok zor ve ağır bir şey söyleyeceğim şimdi. Kişiler gibi milletlerin de yatkınlıkları vardır. Özet olarak söyleyeyim. Bizim felsefeye yatkınlığımız yok. Üç aşağı beş yukarı, sıfıra sıfır elde var sıfır. Milliyetçiliğim dile dayalıdır benim. Dil milliyetçisiyim. Ve hemen hemen bütün eserlerimi, -bir kitabım hariç onu da Malezya'da yazmıştım- Türkçe yazdım. Bunları gömseydim daha iyi olurdu. Hiçbir etkisi, hiçbir sonucu olmamıştır. Olacağı da yok. Dediğim gibi babam beni çok uyardı.

Çok tuhaf bir şey, ben üniversiteye girmeden bir sürü başka işte çalıştım. Bir ara Boğaziçi Üniversitesi kütüphanesinde gece memuruydum. Gündüzleri de doktora çalışmasını yapıyorum. Gündüzleri Boğaziçi Üniversitesinde Erdal İnönü ile John Freely'in fizik derslerine giriyordum. Biyoloji felsefesinde çok ihtiyaç duyduğum bir olaydı fizik. Erdal Beyle ahbap olmuştum. Ders dışında ve daha sonra da o siyasete atılıp Elazığ'a geldiğinde de geniş çaplı sohbetlerimiz olmuştu. Sohbetlerin birinde bana hayatını anlatırken felsefe okumak istediğini, esas tutkusunun felsefe olduğunu söyledi. Ve babama çok benzer gerekçelerle babası İsmet Paşa karşı çıkmış. Çok tuhaf bir şey. Ondan sonra "ben babamı dinledim ve Felsefe okumadım ama ona çok yakın bir şeye girdim teorik fizik tahsili gördüm" dedi.

Belki dedim ben de böyle bir şey yapsaydım... Gerçi teorik fiziğe rağbet var mı? Teorik hiçbir konuya bizde rağbet yok. Çünkü en büyük eksiğimiz, en büyük zaafımız merakın olmaması. Merak olmadığında ne yapıyorsun taklitte bulunuyorsun. Başkaları ne yapıyorsa onu izliyorsun ve o yüzden de hep biz geriden geliyoruz. Hiçbir zaman öne geçemiyoruz, hep arkadan nal topluyoruz. Bugün de bu böyle devam ediyor.

Yazdığım kitapları gömseydim daha iyi olurdu

Yazıyı değiştirmek bir soykırımdır

Felsefe konusunda bir türlü sizin arzu ettiğiniz kıvama gelememe sebeplerimizden biri de belki Türkçe bir literatür oluşturmuyor olmamız. Dil devriminin bununla bir ilgisi olabilir mi?

Çok var, olmaz olur mu? Gayet tabii ki var. Ben bunun üzerine kitap da yazmıştım. 'Felsefe Bilime Ramak Kala' diye. 1910'larda, 1912'lerde biz felsefe yaratacak bir duruma geldik ondan sonra bütün geçmişimizi havaya uçurduk. İnsanda, canlılarda devamlılığı sağlayan genetiktir. Kültürlerde, canlının genetiği yazıdır. Yazıyı değiştirmek bir soykırımdır. Kültür soykırımı...

İki türlü soykırım vardır. Bir, biyotik (canlı varlıklar) soykırım vardır. Yani fiziki olarak o insanları kesersin bitirirsin. Ama biyotik soykırımda, gene babamın anne tarafı gibi kılıç artıkları çıkıyor. Kültür soykırımı daha etkili bir olay. Onun kılıç artığı yoktur, o topyekun götürüyor. Maneviyatı öldürdünüz mü, o toplumu yatırdınız demektir. Boşta kalır. Şimdi bizde o olay oldu. Yazıyla birlikte dil de değişti. Dilden daha önemli bir şey yok. Çünkü dil aklın dışa vurumudur. Dili zengin olan milletler akıllı milletlerdir.

Teorik düşünebildiği ölçüde dili soyutlaşır. Ben bunun üzerine hep çalıştım. Türkçede teorik bir ifade imkanını aradım. Bulduğuma da inanıyorum. Ama bu bulduğum yol yürünecek durumda değil. Ona hiçbir hazırlığı yok toplumumun. 'Nerden biliyorsun?' Talebelerimde görüyorum. Çünkü benim binlerce, on binlerce talebem oldu Türkiye'nin dört bir yanından... Kısacası büyük bir hüsran oldu benim için. Çünkü ben başka hiçbir şey yapmak istemedim. Sadece felsefe ile uğraşmak istedim.

Hiçbir vakit de akademik bir kariyer peşinde değildim. Babam zengin bir adam olsaydı, zengin bir ailenin çocuğu olsaydı ben kesinlikle akademik kariyere girmezdim. Son derece sevimsiz bir dünyadır orası. Belki bizim bölüm öyleydi bilmiyorum. Her taraf aynı şekilde mi? Büyük ölçüde öyle. Ben sırf felsefe tutkumdan ötürü bunca kötü nefesi solumak zorunda kaldım.