Tedavi gördüğü Bülent Ecevit Üniversitesi (BEÜ) Uygulama ve Araştırma Hastanesinden gelen haber kentte büyük üzüntü yaratmıştı. Şeker, Fener Camisinde ailesinin, dostlarının ve okurlarının katıldığı cenaze namazının ardından Asri Mezarlıkta toprağa verilmişti.
İlerleyen yaşına rağmen esprili, güler yüzlü ve çocuksu heyecanını hiç kaybetmeyen Şeker, özellikle son yıllarda kaleme aldığı anılarıyla dikkat çekti. Zonguldakın ticaret, sosyal ve politik yaşamının renkli siması olan gönül insanı Hüseyin Şekeri saygı ve özlemle anıyoruz.
Hüseyin Şeker, Bartında 1934 yılında doğdu. Üç yaşındayken ailesiyle birlikte yeni kurulmakta olan Zonguldaka gelip yerleştiler. Ticaret yapan babası Ali Şeker, istasyon inşaatı nedeniyle Ankara Caddesinde (Yeni Çarşı) dükkân açtı. İlkokula, Gazi İlkokulunda başladı. Dördüncü sınıfta iken babası onu Galatasaray İlkokuluna yatılı gönderdi. Daha sonra Galatasaray Lisesine devam etti. Lise ikinci sınıfta okuldan ayrılıp baba işinde, inşaat malzemesi satan dükkânda çalışmaya başladı. 1960da Afet Hanımla evlendi. Üç kızları oldu. Ancak küçük kızları Nazlıyı yıllar süren hastalık sonucu 20 yaşında kaybettiler.
Ülkenin kıtlık, yokluk günlerine, ihtilallere; Zonguldakın ilk kuruluş yıllarına, Fransız yönetimine, işçi mükellefiyetine, EKİli günlere, Genç Türkiye Cumhuriyetinin devlet büyüklerinin Zonguldaka gelişlerine ve daha birçok olaya tanıklık etti.
Bir dönem çivi fabrikası kurarak imalata başladı, ancak daha sonra bu tesisi kapattı. Kardeşi Erdal ile birlikte Ali Şeker Firmasını genç kuşaklara taşıdılar. Zonguldak Ticaret ve Sanayi Odası ve TED Koleji yönetim kurullarında görev yaptı.
Pusula Gazetesi ve Dergisinde 11 yıldır kaleme aldığı yazılarında çocukluk ve gençlik anılarını, o dönemdeki sosyal-ekonomik koşulları, kentte yaşayan insanları anlattı. Bazen de ülke gündemiyle ilgili yorumlar yaptı. Kendine has üslubu, mizahi anlatımı, doğa ve insan sevgisi, renkli kişiliği, Zonguldak tutkusu, kimi zaman da sivri dili yansıdı satırlarına. En çok da içindeki uslanmaz yaramaz çocuk Bugün Şekerin son dönem kaleme aldığı üç yazısını yeniden paylaşıyoruz.
__
Diyalizde şamata bitmez demişti
Zonguldaktaki Karslılar yazısını tamamlayamadan yaşama gözlerini yuman Hüseyin Şeker, 25 Mart 2012de yayınlanan yazısında diyaliz tedavisi görürken yaşadıklarını esprili bir dille kaleme almıştı.
İşte o yazı:
Kızım Berranın önerisiyle, Diyalizde eksik kalan gözlemlerime devam etmeye karar verdim. İnşallah sizleri sıkmam. Okumayanlar, lütfen bir önceki yazımı okuyunuz.
Diyaliz servisinin en şamatalı saatleri öğlen 12.00 ile 13.30 arasıdır. Sabah tedaviye gelen 20 civarında hastanın çıkışı ve aynı anda yeni gelen 20 hastanın girişi serviste çalışan bütün personelin yoğun bir şekilde koşuşturmalarına sebep olur.
HASTALAR, YAKINLARI PÜR TELAŞ
Bazı hastalar yakınlarıyla gelir ki, çoğu böyledir, büyük bir şamata başlar. Çoğu yaşlı olan hastaların ya yakınları kollarına girmiştir, ya da tekerlekli sandalyeyle personel tarafından içeri alınırlar. Her gelen ve çıkan hasta, mutlaka tartılır. Bu arada doktorlar, hastalara son uyarılarını yapar, refakatçilerin sorularını cevaplar. Çoğu birbiriyle selamlaşır, hal- hatır sorar. Servisin girişi geniş olduğundan kalabalık rahatça hareket eder. Ama gene de bazen trafik tıkanır.
Hasta yakınları birbirlerini tanır. Bir arada sohbete başlarlar. Kimi koridorda oturur, kimi ayakta hastasıyla ilgilenir. Türk halkının bir araya gelip de kaynaşması doğaldır. Ellerindeki marifetleri ve ürünlerini pazarlamaya başlarlar. Kimisi yün çorap gibi elişlerini, kimisi bahçesinde yetiştirdiği sebzeleri, sütü veya yoğurdunu getirir. Mevsiminde, kestane, ceviz ve fındık getirirler. Bazen ürünleri takas ederler.
İNSANLAR ŞIK, ORTAM TEMİZ
Gelirken hanımlar -hem hastalar, hem refakatçileri- en güzel başörtülerini takar.
Genel tuvaletler tertemiz. Bir odada da hastaların eşyalarını koymaları için dolaplar var.
Ayrıca, hasta refakatçilerinin hastalarının çıkmasını beklerken, rahatça vakit geçirebilecekleri, içinde televizyon ve içme suyu, rahat koltukları olan bir bekleme odası var. Giriş- çıkıştaki curcuna bitince, hasta yakınları bu odada beklerken, sohbete başlarlar. Gelinleri veya kaynanaları şikâyet ederler, dertlerini paylaşırlar veya ülke sorunlarını yorumlarlar. Bu arada da televizyon izlerler. Akşamüstü olunca, ortaklaşa çay demleyip, getirdikleri bisküvi ve kurabiyeleri birbirlerine ikram ederek yerler.
AKŞAM SAATLERİ SAKİN
Çalışan personel, sabahçıları gönderip, öğlencileri yataklarına yerleştirdikten sonra, ancak yemek yemeye fırsat bulurlar. Artık ortalık sakindir.
Hemşire hanımların içinde de, normal olarak, çeşitli karakterlere sahip olanlar var. Kimisi tasavvufa ve felsefeye. Bir tanesi güzel konuşmaya özenir. İnat etmeyi sever. Kimisi yemek tariflerine meraklı. Sivil giyimleri çok zevklidir.
Erkek sağlık teknisyenlerinden biri, vücut geliştirme sporuyla ilgilenir. Bir diğeri de serviste terliklerini sürüyerek, ses çıkartarak yürür.
HERKESE LAKAP TAKIYORUM
Okuduğum okulda, herkese bir lakap takılırdı( Benim lakabım Dikkafa idi). Bu lakap takma alışkanlığımdan vazgeçememişim. Ben de servistekilere lakap takıyorum: en çalışkan hemşire hanıma tembel Ayşe, endamlılara manken, masum yüzlüsüne bebek, biraz sert olana da gardiyan diye takılıyorum.
Bir de, çok güzel olan, doğumu yakın, ilk çocuğuna hamile hemşire hanıma anne diye sesleniyorum. Hemen dönüp, tebessüm ederek bakıyor.
Esmer güzeli, genç bir hanım doktora Nefertiti diyorum. (Nefertiti: güzelliği ve zarafetiyle ünlü Mısır Kraliçesi)
Öbür genç, bayan doktora Ankaralı olması dolayısıyla Ankara güzeli diyorum.
Bu şakalar olmasa, orada benim için vakit, başka türlü nasıl geçecek?
Diyaliz yazılarım şimdilik bu kadar.
[*][*][*]
Sık sık değişen hava koşullarından sebeple, hasta olmamanız için, limonlu ıhlamur, adaçayı... şifalı otlardan kaynatıp, çay yerine içiniz.
Artık, erikler çiçek açmaya başladı, ama sis de onları yakıyor. Kuşlar seher vakti, sis olmazsa şakırdıyor. Bazen sabahları kırağı yağıyor. Onun bile güzelliği var.
Sağlıkta ve huzurda olmanızı dua ederim.
__
Kadırga Yokuşu, Madenci Feneri, Harun Ersoy...
Hüseyin Şeker 20 Mayıs 2012de kaleme aldığı yazısında, sık sık atıştığı Demir Medya Koordinatörü Harun Ersoya yanıt vermiş çarpık kentleşme, Kadırga Yokuşu ve lavuar alanıyla ilgili görüşlerini paylaşmıştı. İşte o yazı:
Zonguldakın Jack Londonu Halkın Sesi Gazetesinde yazan, Ahmet Öztürk hemşehrimiz, Zonguldakın çarpık düzenini yazmaktan, Allah muhafaza, nerdeyse çıldıracak.
ÖNCE YOKUŞ
Müreffeh vilayetlerimizle kıyaslandığında, avuç içi kadar olan Zonguldakımızdaki Kadırga Yokuşuna dikkat çekeceğim bugün:
Yokuşun başında, önce, Gümrük binasının çirkin yüzü karşılar sizi... Biraz ilerleyince, çirkin ve kirli badanalı, sağlı sollu, yola bitişik, çoğu metruk, kepaze binalar. Tam virajda karşımıza çıkan, kabus gibi, bakımsız, kirli, eski birkaç bina
İnsana tokat atar gibi, Zonguldak kurulduğundan bu yana, durmaktalar.
Üstelik burası şehrimizin protokol yolu... Bırakın bizimkileri, kentimize gelen yabancı devlet büyüklerinin, muhakkak geçtikleri bir protokol yolu. Ev sahibi yöneticilerimizin, misafir devlet büyüklerinin yanında yüzleri kızarmıyor mu? Hele mükerrer olarak buradan geçen, kendi önemli şahıslarımızın unutamayacakları bu kepazelik daha ne kadar devam edecek?
Ankara yolundan şehrimize girişteki çirkin ve düzensiz görüntülerin üzerine, bu da kaymaklı ekmek kadayıfı oluyor!
Bu durumu düzeltmek hangi sorumlu kurum veya kurumların yükümlülüğündeyse, çaba göstermediği için, yazıklar olsun.
FENERDEKİ FENER
Derken, Endüstri Meslek ve Teknik Lisesinin girişindeki kavşakta, ben buradayım diyen, çocuk boku rengine boyanmış Madenci Feneri, sanki eşek kuyruğuna konmuş kelebek gibi, Zonguldaklılara hakaret etmekte.
Yarabbi bunu, Genel Maden İşçileri Sendikası, TTK Yönetimi görmüyor mu? Eski bir madenci fenerini örnek alıp, aslına uygun fırçalanması ve verniklenmesi lazım. İçinde de devamlı yanan ışığıyla beraber, Zonguldak madencisinin simgesi olan bu güzel fenerin, aslına uygun şekilde olması şart. Zonguldakın kaderindeki yaz- boz, hiçbir ilde veya ilçede yok. Bunu sarıya boyayanlara burunlarını sürttüre sürttüre restore ettirmeli.
HARUN ERSOY, YİNE DÖKTÜRMÜŞ
TOKİ Kaymakamı ve Şehr-i Muharrir Harun Ersoyun,Yeni Adım Gazetesindeki sütununda lütfedip, en dipte, Şeker Dede başlıklı, benim yazıma cevap niyetine yazdığı, baştan savma yazısını okudum. Kısa olmasına rağmen onur duydum.
Gelelim Lavuar binasına; yıkılmadan evvel projelerinin hazırlanması lazımdı. Aradan 6 senelik zaman geçti. Merak etme, Kok Fabrikası gibi, çocuklarımız, torunlarımız, 50 sene sonra bu kepazeliğin nasıl sona ereceğini düşünür dururlar.
Lavuar alanı, cemaatlerin eline verilseydi, iki seneye kalmaz, mamure olurdu. Örnek, Çaydamarda, İstasyonun ilerisindeki, cemaat tarafından bir senede kaba inşaatı yapılan, muazzam büyüklükteki kompleks.
HAYAL GÖRÜYOR
Harun Bey, senin ikna etmek ustalığını çok takdir ederim. İki kere ikinin beş ettiğini, siyahın beyaz olduğunu, ispat eder, herkesi inandırabilirsin. Velhasıl, kınan bende duruyor.
Senin, Ali Rıza Tığın, Rıfat Dağdelenin Lavuar Alanındaki, yıkamadıkları paraşüt kulelerinden atladığınızı görmek, inşallah bana nasip olur. AKP Zonguldak Belediyesini kazanacakmış da, bu Lavuar alanı için yüklü tahsisat gelecekmiş. Yahu, hükümet Zonguldaktan bıkmış, sen ham hayal görüyorsun. Orasını ancak, çarşı-pazar gibi uyduruk ve yapılması kolay şeylerle doldururlar.
Şimdi merak ediyorum, benim bu söylediklerime cevap verebilecek misin? Eminim okuyucular da merak ederler. Sevgilerimle.
Yaz mevsimin gelişini koklayınız. Akasyalar kar gibi açtı, kuşlar, kuzular yavruladı.
Kırlar, ormanlar sizleri bekliyor.
Sağlıkta ve huzurda olmanızı dua ederim.