Zonguldak ve Bartın eşrafının sevilen simalarındandı Hüseyin Şeker. Merhum Havva ve Hacı Ali Şeker´in oğullarıydı. Geçen yıl bugün 78 yaşında aramızdan ayrıldı.

Tedavi gördüğü Bülent Ecevit Üniversitesi (BEÜ) Uygulama ve Araştırma Hastanesi’nden gelen haber kentte büyük üzüntü yaratmıştı. Şeker, Fener Camisi’nde ailesinin, dostlarının ve okurlarının katıldığı cenaze namazının ardından Asri Mezarlık’ta toprağa verilmişti.

İlerleyen yaşına rağmen esprili, güler yüzlü ve çocuksu heyecanını hiç kaybetmeyen Şeker, özellikle son yıllarda kaleme aldığı anılarıyla dikkat çekti. Zonguldak’ın ticaret, sosyal ve politik yaşamının renkli siması olan gönül insanı Hüseyin Şeker’i saygı ve özlemle anıyoruz.

Hüseyin Şeker, Bartın’da 1934 yılında doğdu. Üç yaşındayken ailesiyle birlikte yeni kurulmakta olan Zonguldak’a gelip yerleştiler. Ticaret yapan babası Ali Şeker, istasyon inşaatı nedeniyle Ankara Caddesi’nde (Yeni Çarşı) dükkân açtı. İlkokula, Gazi İlkokulu’nda başladı. Dördüncü sınıfta iken babası onu Galatasaray İlkokulu’na yatılı gönderdi. Daha sonra Galatasaray Lisesi’ne devam etti. Lise ikinci sınıfta okuldan ayrılıp baba işinde, inşaat malzemesi satan dükkânda çalışmaya başladı. 1960’da Afet Hanım’la evlendi. Üç kızları oldu. Ancak küçük kızları Nazlı’yı yıllar süren hastalık sonucu 20 yaşında kaybettiler.

Ülkenin kıtlık, yokluk günlerine, ihtilallere; Zonguldak’ın ilk kuruluş yıllarına, Fransız yönetimine, işçi mükellefiyetine, EKİ’li günlere, Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet büyüklerinin Zonguldak’a gelişlerine ve daha birçok olaya tanıklık etti.

Bir dönem çivi fabrikası kurarak imalata başladı, ancak daha sonra bu tesisi kapattı. Kardeşi Erdal ile birlikte Ali Şeker Firması’nı genç kuşaklara taşıdılar. Zonguldak Ticaret ve Sanayi Odası ve TED Koleji yönetim kurullarında görev yaptı.

Pusula Gazetesi ve Dergisi’nde 11 yıldır kaleme aldığı yazılarında çocukluk ve gençlik anılarını, o dönemdeki sosyal-ekonomik koşulları, kentte yaşayan insanları anlattı. Bazen de ülke gündemiyle ilgili yorumlar yaptı. Kendine has üslubu, mizahi anlatımı, doğa ve insan sevgisi, renkli kişiliği, Zonguldak tutkusu, kimi zaman da sivri dili yansıdı satırlarına. En çok da içindeki uslanmaz yaramaz çocuk… Bugün Şeker’in son dönem kaleme aldığı üç yazısını yeniden paylaşıyoruz.

__

‘Diyaliz’de şamata bitmez’ demişti…

“Zonguldak’taki Karslılar” yazısını tamamlayamadan yaşama gözlerini yuman Hüseyin Şeker, 25 Mart 2012’de yayınlanan yazısında diyaliz tedavisi görürken yaşadıklarını esprili bir dille kaleme almıştı.

İşte o yazı:

Kızım Berran’ın önerisiyle, Diyaliz’de eksik kalan gözlemlerime devam etmeye karar verdim. İnşallah sizleri sıkmam. Okumayanlar, lütfen bir önceki yazımı okuyunuz.

Diyaliz servisinin en şamatalı saatleri öğlen 12.00 ile 13.30 arasıdır. Sabah tedaviye gelen 20 civarında hastanın çıkışı ve aynı anda yeni gelen 20 hastanın girişi serviste çalışan bütün personelin yoğun bir şekilde koşuşturmalarına sebep olur.

HASTALAR, YAKINLARI PÜR TELAŞ…

Bazı hastalar yakınlarıyla gelir ki, çoğu böyledir, büyük bir şamata başlar. Çoğu yaşlı olan hastaların ya yakınları kollarına girmiştir, ya da tekerlekli sandalyeyle personel tarafından içeri alınırlar. Her gelen ve çıkan hasta, mutlaka tartılır. Bu arada doktorlar, hastalara son uyarılarını yapar, refakatçilerin sorularını cevaplar. Çoğu birbiriyle selamlaşır, hal- hatır sorar. Servisin girişi geniş olduğundan kalabalık rahatça hareket eder. Ama gene de bazen trafik tıkanır.

Hasta yakınları birbirlerini tanır. Bir arada sohbete başlarlar. Kimi koridorda oturur, kimi ayakta hastasıyla ilgilenir. Türk halkının bir araya gelip de kaynaşması doğaldır. Ellerindeki marifetleri ve ürünlerini pazarlamaya başlarlar. Kimisi yün çorap gibi elişlerini, kimisi bahçesinde yetiştirdiği sebzeleri, sütü veya yoğurdunu getirir. Mevsiminde, kestane, ceviz ve fındık getirirler. Bazen ürünleri takas ederler.

İNSANLAR ŞIK, ORTAM TEMİZ

Gelirken hanımlar -hem hastalar, hem refakatçileri- en güzel başörtülerini takar.

Genel tuvaletler tertemiz. Bir odada da hastaların eşyalarını koymaları için dolaplar var.

Ayrıca, hasta refakatçilerinin hastalarının çıkmasını beklerken, rahatça vakit geçirebilecekleri, içinde televizyon ve içme suyu, rahat koltukları olan bir bekleme odası var. Giriş- çıkıştaki curcuna bitince, hasta yakınları bu odada beklerken, sohbete başlarlar. Gelinleri veya kaynanaları şikâyet ederler, dertlerini paylaşırlar veya ülke sorunlarını yorumlarlar. Bu arada da televizyon izlerler. Akşamüstü olunca, ortaklaşa çay demleyip, getirdikleri bisküvi ve kurabiyeleri birbirlerine ikram ederek yerler.

AKŞAM SAATLERİ SAKİN

Çalışan personel, sabahçıları gönderip, öğlencileri yataklarına yerleştirdikten sonra, ancak yemek yemeye fırsat bulurlar. Artık ortalık sakindir.

Hemşire hanımların içinde de, normal olarak, çeşitli karakterlere sahip olanlar var. Kimisi tasavvufa ve felsefeye. Bir tanesi güzel konuşmaya özenir. İnat etmeyi sever. Kimisi yemek tariflerine meraklı. Sivil giyimleri çok zevklidir.

Erkek sağlık teknisyenlerinden biri, vücut geliştirme sporuyla ilgilenir. Bir diğeri de serviste terliklerini sürüyerek, ses çıkartarak yürür.

HERKESE LAKAP TAKIYORUM

Okuduğum okulda, herkese bir lakap takılırdı( Benim lakabım “Dikkafa” idi). Bu lakap takma alışkanlığımdan vazgeçememişim. Ben de servistekilere lakap takıyorum: en çalışkan hemşire hanıma “tembel Ayşe”, endamlılara “manken”, masum yüzlüsüne “bebek”, biraz sert olana da “gardiyan” diye takılıyorum.

Bir de, çok güzel olan, doğumu yakın, ilk çocuğuna hamile hemşire hanıma “anne” diye sesleniyorum. Hemen dönüp, tebessüm ederek bakıyor.

Esmer güzeli, genç bir hanım doktora “Nefertiti” diyorum. (Nefertiti: güzelliği ve zarafetiyle ünlü Mısır Kraliçesi)

Öbür genç, bayan doktora Ankaralı olması dolayısıyla “Ankara güzeli” diyorum.

Bu şakalar olmasa, orada benim için vakit, başka türlü nasıl geçecek?

Diyaliz yazılarım şimdilik bu kadar.

[*][*][*]

Sık sık değişen hava koşullarından sebeple, hasta olmamanız için, limonlu ıhlamur, adaçayı... şifalı otlardan kaynatıp, çay yerine içiniz.

Artık, erikler çiçek açmaya başladı, ama sis de onları yakıyor. Kuşlar seher vakti, sis olmazsa şakırdıyor. Bazen sabahları kırağı yağıyor. Onun bile güzelliği var.

Sağlıkta ve huzurda olmanızı dua ederim.

__

Kadırga Yokuşu, Madenci Feneri, Harun Ersoy...

Hüseyin Şeker 20 Mayıs 2012’de kaleme aldığı yazısında, sık sık atıştığı Demir Medya Koordinatörü Harun Ersoy’a yanıt vermiş çarpık kentleşme, Kadırga Yokuşu ve lavuar alanıyla ilgili görüşlerini paylaşmıştı. İşte o yazı:

Zonguldak’ın Jack London’u Halkın Sesi Gazetesi’nde yazan, Ahmet Öztürk hemşehrimiz, Zonguldak’ın çarpık düzenini yazmaktan, Allah muhafaza, nerdeyse çıldıracak.

ÖNCE YOKUŞ

Müreffeh vilayetlerimizle kıyaslandığında, avuç içi kadar olan Zonguldak’ımızdaki Kadırga Yokuşu’na dikkat çekeceğim bugün:

Yokuş’un başında, önce, Gümrük binasının çirkin yüzü karşılar sizi... Biraz ilerleyince, çirkin ve kirli badanalı, sağlı sollu, yola bitişik, çoğu metruk, kepaze binalar. Tam virajda karşımıza çıkan, kabus gibi, bakımsız, kirli, eski birkaç bina… İnsana tokat atar gibi, Zonguldak kurulduğundan bu yana, durmaktalar.

Üstelik burası şehrimizin protokol yolu... Bırakın bizimkileri, kentimize gelen yabancı devlet büyüklerinin, muhakkak geçtikleri bir protokol yolu. Ev sahibi yöneticilerimizin, misafir devlet büyüklerinin yanında yüzleri kızarmıyor mu? Hele mükerrer olarak buradan geçen, kendi önemli şahıslarımızın unutamayacakları bu kepazelik daha ne kadar devam edecek?

Ankara yolundan şehrimize girişteki çirkin ve düzensiz görüntülerin üzerine, bu da kaymaklı ekmek kadayıfı oluyor!

Bu durumu düzeltmek hangi sorumlu kurum veya kurumların yükümlülüğündeyse, çaba göstermediği için, yazıklar olsun.

FENER’DEKİ FENER

Derken, Endüstri Meslek ve Teknik Lisesi’nin girişindeki kavşakta, “ben buradayım” diyen, çocuk boku rengine boyanmış Madenci Feneri, sanki eşek kuyruğuna konmuş kelebek gibi, Zonguldaklılara hakaret etmekte.

Yarabbi bunu, Genel Maden İşçileri Sendikası, TTK Yönetimi görmüyor mu? Eski bir madenci fenerini örnek alıp, aslına uygun fırçalanması ve verniklenmesi lazım. İçinde de devamlı yanan ışığıyla beraber, Zonguldak madencisinin simgesi olan bu güzel fenerin, aslına uygun şekilde olması şart. Zonguldak’ın kaderindeki yaz- boz, hiçbir ilde veya ilçede yok. Bunu sarıya boyayanlara burunlarını sürttüre sürttüre restore ettirmeli.

HARUN ERSOY, YİNE DÖKTÜRMÜŞ

“TOKİ Kaymakamı” ve “Şehr-i Muharrir” Harun Ersoy’un,Yeni Adım Gazetesindeki sütununda lütfedip, en dipte, “Şeker Dede” başlıklı, benim yazıma cevap niyetine yazdığı, baştan savma yazısını okudum. Kısa olmasına rağmen onur duydum.

Gelelim Lavuar binasına; yıkılmadan evvel projelerinin hazırlanması lazımdı. Aradan 6 senelik zaman geçti. Merak etme, Kok Fabrikası gibi, çocuklarımız, torunlarımız, 50 sene sonra bu kepazeliğin nasıl sona ereceğini düşünür dururlar.

Lavuar alanı, cemaatlerin eline verilseydi, iki seneye kalmaz, mamure olurdu. Örnek, Çaydamar’da, İstasyon’un ilerisindeki, cemaat tarafından bir senede kaba inşaatı yapılan, muazzam büyüklükteki kompleks.

HAYAL GÖRÜYOR

Harun Bey, senin ikna etmek ustalığını çok takdir ederim. İki kere ikinin beş ettiğini, siyahın beyaz olduğunu, ispat eder, herkesi inandırabilirsin. Velhasıl, kınan bende duruyor.

Senin, Ali Rıza Tığ’ın, Rıfat Dağdelen’in Lavuar Alanın’daki, yıkamadıkları paraşüt kulelerinden atladığınızı görmek, inşallah bana nasip olur. “AKP Zonguldak Belediyesi’ni kazanacakmış da, bu Lavuar alanı için yüklü tahsisat gelecekmiş.” Yahu, hükümet Zonguldak’tan bıkmış, sen ham hayal görüyorsun. Orasını ancak, çarşı-pazar gibi uyduruk ve yapılması kolay şeylerle doldururlar.

Şimdi merak ediyorum, benim bu söylediklerime cevap verebilecek misin? Eminim okuyucular da merak ederler. Sevgilerimle.

Yaz mevsimin gelişini koklayınız. Akasyalar kar gibi açtı, kuşlar, kuzular yavruladı.

Kırlar, ormanlar sizleri bekliyor.

Sağlıkta ve huzurda olmanızı dua ederim.

Editör: Pusula Gazetesi