Türkiye siyasetinde, sanat camiasında ve edebi münakaşalarında iki isim vardır ki, günümüzde bile toplumu ve siyasi mecraları şekillendirmeye devam etmektedir. Biri sol cenahın vazgeçilmez yıldızı Nazım Hikmet Ran, diğeri ise sağ ve mütedeyyin cenahın gürleyen sesi Necip Fazıl Kısakürek'tir.

Bu iki şair, sadece şair değildir artık... Kitleleri yönlendiren bir iksir, kağıtta çırpınan kelamın ülkenin her yerinde yankılanan sesleridir ve bu iki ölümsüz şair, gün gelmiş, Zonguldak'ın kömür karası toprağının üstünü kaplayan yemyeşil bir deryanın havasını ciğerlerine çekmiş, bu güzelim memlekette ilham bulmuşlardır.

[*] [*] [*] [*]

Necip Fazıl, 1935 yılında şairlik sıfatının yanına eklediği tiyatro yazarlığı namına bu şehirde, Zonguldak'ta yazdığı eserle sahip olmuştu.

Hikayesine geçecek olursak...

Necip Fazıl, tam olarak bohem hayatın gelgitlerinden kurtulamadığı, hayatın rüzgarında savrulmaya devam ettiği dönemlerde yakın dostu, Türk tiyatrosunun en önemli isimlerinden olan Muhsin Ertuğrul'un teşviki ile tiyatro yazarlığına ilk adımını atmıştı.

İşgal dönemindeki Maraş'ı anlattığı ve ilk tiyatro eseri olan "Tohum" adlı tiyatro yapıtını sadece yedi gün içerisinde yazar ve Muhsin Ertuğrul'a teslim eder. Tiyatro sahnesine uyarlanan bu yazı kısa sürede sahnelenecek lakin beklenen ilgiyi göstermeyecektir. Bu duruma çok üzülen Muhsin Ertuğrul, Necip Fazıl'ın kalitesinin farkında olduğu için ondan tekrar bir eser yazmasını ve insanların ilgisini cezbetmesini ister.

Necip Fazıl, bulunduğu mecranın en iyisi olmayı ilke edindiğinden ve birincilik sıfatının her daim şahsına ait olduğunu düşündüğünden, söz verdiği eseri yazmak için fikirler üretmeye başlar lakin bu fikirlerin ve ilhamların ortaya çıkması için İstanbul'dan uzak, huzurlu bir mekana ihtiyaç duymaktadır.

Bu mekanın adı Zonguldak'tır.

1936 yılında İş Bankası Müfettiş Muavinliğine atanmış, 1937 yılında ise teftiş heyeti ile beraber Zonguldak'a yol almıştır. Teftiş heyetinin görevi Zonguldak'taki kömür madenlerini incelemek ve raporlamaktır. 63 numaralı kömür ocağı ise Necip Fazıl'ın raporlama yaptığı ocağın adıdır.

Zonguldak'ın şehri gören tepelerinden birinde inşa edilmiş köşk, teftiş heyeti için hazırlanmıştır. Necip Fazıl, Zonguldak'ı tepeden seyreden bu mekanda ve doğanın insana verdiği huzuru ciğerlerine çekerek, aradığı yerin tam da burası olduğunun farkındadır. Çam ağaçları içerisinde söz verdiği eseri yazmaya koyulan Necip Fazıl, Teftiş Heyeti reisi tarafından da desteklenmiştir

Köşkün salonundaki büyük yemek masasının başına geçen şair, istediği her şeyi önünde buluyor, arada bir dinlenmek için dışarı baktığında Zonguldak'ın güzelliğinin farkına varıyor:

"Arada bir başımı kaldırıp pencereden dışarıya baktıkça da gür meşe ve çamların süslediği tepelerden fevkalade güzel bir peyzaj görünüyor" diyordu.

Necip Fazıl'ın Zonguldak'a gelme amacı, isminin büyüklüğünü kurtarmak sevdasıydı. İlk tiyatro eserindeki göreceli mağlubiyetin izini silip, takdire şayan bir eser vücuda getirmekti. Bundan dolayı da şehre inmeye pek istekli değildi. Nadiren de olsa şehrin kaldırımlarında yürüdüğünde Zonguldak'ın gerçek silueti ile karşılaştı:

Şehre epey uzak bu tepelerin en çarpıcı manzarası, ocaklarda çalışan kömür işçileri... (Kübik), dört köşe resim tipleri... Başlarında dört köşe miğferler, dört köşe omuzlar, gözleri yere takılı, suratları belirsiz, dört köşe pantolon ve tahta ayakkabılar... ... Hiçbirinde bir kimlik ifadesi yok... Ne acıları belli, ne rahatları... Bir kemmiyet çerçevesi içinde erimiş ve tek modele dönmüş keyfiyetler... Korkunç!... Yürüyüşleri de, sağ ve sol iki pistonla çalışan bir makine gibi iki tarafa yalpalı ve dört köşe...

Ülkenin cam damarı olan sanayinin hammaddesini üreten şehrin insanları makineleşmiş gibi çalışmakla yoğrulmuş, vücutlarındaki yorgunluğun belirtileri göz bebeklerine yansımış olmalı ki, Necip Fazıl, bu görüntü karşısında ürpermiş ve bu cümleleri kurmuştu.

Tiyatro eserini yazmaya devam eden şair, şehrin merkezinde, arada bir hareketliliğin olduğunu fark ediyor ve durumu hizmetlerinde çalışan memura soruyordu. Aldığı cevap ise bu şehrin karabasanıydı adeta: Grizu infilakı...

Binlerce evladı, toprağın karanlığına gömen illetin ismiyle tanışıyordu Necip Fazıl.

Görevli memur için sadece bir patlamadan ibaret olan bu facia, ölenlerin sayısını deftere yazılması ile son bulan bir idari işlemdi sadece.

Ocaktan çıkan işçilerin hırpalanmış bedenlerini seyre dalan Şair, görüntünün gerçekliği ile yalnız kalıyor ve şehrin talihini düşünüyordu.

Mükemmel bir eser yaratmak, mükellef sofralardan tat almak ve hırpalanmış bir şehrin ızdırabına şahit olmak ne kadar da farklı bir denklemin mahsulüdür bilinmez ama o günlerde Şairi mutlu eden en önemli şey ise ocağın envanter defterine kayıtlı olan iki İngiliz atı oldu.

Belki şehirde bu atlarla gezme ihtimali bulurum, düşüncesiyle hemen ahıra koştu. Karşısında al renkli, yüksek boylu, iki nefis İngiliz kısrağı ile karşılaştı ama bir sorun vardı... Atlara binen olmadığından hayvanlar hırçınlaşmıştılar. Ankara'dan önemli bir misafir gelir düşüncesiyle ahıra hapsolan bu iki kısrak, aslında yoksulluğun içinde lüks için hazır bekletilen hayvanlardı.

Necip Fazıl, bu iki hırçın kısrağa bakarak onların huysuzluğunu ortadan kaldırmak için ilk adımı attı ve hayvanlarla iletişime geçti. Askerlikte süvari birliğinde olmasının verdiği özgüvenle hayvanları hem terbiye etmek hem de kendi şahsi hevesini tatmin etmek için, neredeyse her gün kısrakların üzerinde şehrin bir tepesinden diğer tepesine doğru at koşturdu.

Kendisine hükmeden seyisleri sayesinde hırçınlıktan uzaklaşan atlar, sakinleşmiş ve yemyeşil bir tablonun içinde özgürce koşmanın verdiği huzuru tatmaya başlamışlardı.

Şair, kısrakların üstünde, yazmaya devam ettiği tiyatro sayfalarının planları aklında, şehrin yüzlerce metre altında kazma sallayan madenciler ise ocakların en tenha yerlerinde hayata devam ediyorlardı...

1937 yılının yaz aylarında, müfettişlik görevinin sonlarına yaklaşırken bir kaza geçirdi Şair.

At Kazası...

Kısrakları hem eğlenmek hem de kullanışlı hale getirmek için çaba sarf eden Şair, bir gün üst üste boşaltılan kömür yığınlarıyla düzleştirilmiş bir alanda atıyla manevra yaparken, hayvanın ayağı kaydı ve sırtındaki Şairi altına altı.

Kocaman bir hayvanın altında sıkışan cılız bir beden ve tarifi imkansız bir acı...

Hareketsiz bir şekilde hastaneye kaldırılan Necip Fazıl, bilincini kaybettiği anlarda vefat eden dedesini ve yakın dostu olup kısa süre önce vefat eden Abdülhak Hamit Tarhan'ı hayallerinde misafir eder. Onlarca konuşur ve aralarındaki tartışmayı Babıali eserinde yazıya döker.

Saatlerce baygın olarak hastanede yatan Necip Fazıl'ın başına gelenlerden haberdar olan tüm Zonguldak ileri gelenleri hastaneye toplanır. Şair, Zonguldak Valisini ve daha birçok hatırı sayılır insanı başucunda bulur.

Necip Fazıl'ı hayatta tutan şey ise hastanede görevli personelin gerekli işlemleri yapması değildir. Onu hayatta tutan tek sebep Zonguldaklı bir işçidir. Solunumu duran Şairi sun-i teneffüs ile tekrar hayata döndürmüş ve sırtlayıp ikamet ettiği köşke getirerek kısa zamanda hastaneye yetiştirilmesini sağlamış bir maden işçisidir. Ülkeyi, şehri ve alın terini sırtlayan Zonguldaklı bu maden işçisi, bu kez Türkiye'nin en çok tanınan sanatkarını sırtlamış ve onun hayata tutunmasının tek vesilesi olmuştur.

Necip Fazıl, hastaneden çıktıktan sonra, her yerde bu maden işçisini aramış, ona duyduğu minneti nasırlaşmış ellerini samimiyetle sıkarak açıklamak istemiş lakin bu temiz kalpli yiğidi bulamamıştır. Necip Fazıl'ın başından geçen bu olay İstanbul'da da duyulmuş, gazetelerde yayınlanmış, Şairin annesi o korkuyla bir taksi tutup Zonguldak'a gelmeye çalışmıştır.

Geçmiş olsun telgrafları arasında, Zonguldak'a gitme sebebi olan Muhsin Ertuğrul'un telgrafı Necip Fazıl'ın dikkatini çeker. Telgrafı okurken, kazanın silinmez izi Şairin sol gözünün kenarında, yıllar boyunca o anı kendisine hatırlatmaya devam etmiştir.

Bir sabah, sayısız sigara izmaritiyle dolan tablanın yanında "son" yazısını yazar ve tiyatro eserine hayat verir Necip Fazıl. Eserin adı "Bir Adam Yaratmak"tır.

Yeşille mavinin raks ettiği, insanlarının ise bu raksa ayak uydurmaktan ziyade ekmek parası için toprağın altındaki karanlık elmasa kazma vurduğu o günlerde, Necip Fazıl'ın Zonguldak'taki görevi sona erer. Kendisinin hayata tutunmasını sağlayan maden işçisinin acaba hangi ocağın derinliklerinde ter döktüğünü düşünürken İstanbul'a yol alır Şair.

Kısa bir süre sonra "Bir Adam Yaratmak" adlı tiyatro eseri Muhsin Ertuğrul tarafından sahnelenir. İstanbul sanat camiasında tarifi imkansız bir sükse yapar Bir Adam Yaratmak.

Hakkında yazılan sayısız takdir yazıları, kapalı gişe oynanan oyunlar ve insanların tiyatro eserini izlemek için araya adam sokarak bilet alma çabaları Şairin gururunu okşar haliyle.

Necip Fazıl artık sadece bir şair değil, herkesin takdirini kazanmış bir tiyatro yazarıdır artık. Kendisinden istenen yazılara cevap vermekte zorlanan şair, elinde kalemi, aklında Zonguldak anıları ile hayatına devam eder.

Gün gelir, başından geçen olayları anlatarak ölümsüzleştirmek istediği Babıali ve O ve Ben adlı eserleri kaleme alır ve bu eserlerde meçhul Zonguldaklı maden işçisinin hayatını nasıl kurtardığından da bahsederek bir nevi minnet borcunu ödemeye çalışır.

İstanbul'a döndükten sonra, kısa bir süre Robert Koleji'nde edebiyat öğretmenliği yapan Necip Fazıl Kısakürek'in öğrencilerinden biri de, Türkiye ve Zonguldak için çok önemli bir siyasetçi olan Bülent Ecevit'tir.

Necip Fazıl, Bülent Ecevit'i pek hatırlamaz, ama onun Zonguldak için ne kadar önemli bir karakter olacağını tahmin etseydi eğer, öğrencisine bakışı ve ilgisi muhtemelen değişecekti.

Editör: Pusula Gazetesi