'Mükellefiyet' kelimesi yükümlülük anlamı taşır.
82 milyon insanın yaşadığı ülkemizde, mükellefiyet denilince akıllara en son Zonguldak gelir.
En acı hikayelerin yaşandığı dönemdir Mükellefiyet Dönemi.
İnsanın pul kadar değersiz olduğu dönemler...
İşçinin bir böcek, duygusuz bir varlık olarak görüldüğü dönemler.
1940'lı yıllar...
Zonguldaklılar devleti kalkınsın diye zorla maden ocaklarında çalıştırılıyordu.
Çaycuma'nın Kızılbel Köyü gençleri de Dilaver işletmesinde çalışıyorlar.
Recep Çil, ocakta çalışan gençlerden birisi.
Yaşı genç...
Köyü 60 kilometre uzakta, araba da yok.
Pavyonlarda yatıp kalkıyorlar.
Bir sabah köylüsü Ahmet, acı haberi getirdi.
'Ercep, babayı kaybettik, başıy savolsun gardaşım...'
Dondu kaldı Recep...
Üzüntü, gözyaşı...
Sonra sakinleşti, toparladı kendini.
Ocak amirinin yanına çıktı.
'Beyim' dedi, gözleri buğulu.
'Babam ölmüş, ikindiye cenezesi galdurulcak. İzin isteceydim'
Amir şöyle bir baktı Recep'e, çattı kaşlarını.
'Yasa var, zorunlu çalışma var bilmiyor musun?
Başın sağolsun... Ölenle ölünmez...
Senin yapacak bir şeyin yok, ocağa gir çalış...'
Eğdi boynunu çıktı odadan Ercep...
Bir kelime daha edemedi.
İçi içini yiyordu.
Oturdu bir köşeye, hem üzgün hem düşünceli...
Bir tarafta onu büyüten, evladım diye seven, ömrü boyunca onun için çalışmış ve son nefesini vermiş baba...
Diğer taraftaysa kendini bildi bileli it gibi ocaklarda çalıştığı ancak hala yaranamadığı devlet baba...
'Ben neden çalışıyorum?' diye düşündü.
'Eğer babama bile son görevimi yapamıyorsam ne diye köstebek gibi yaşıyorum?'
'Hep köstebek mi kalacağım?
'Babama bir Fatiha bile okuyamayacak mıyım?'
Girmedi ocağa, kaçtı...
Vurdu kendini Çaycuma'nın patika yollarına.
Babasına son görevini yapacaktı, izin de vermediler.
Kaçmaktan başka çare kalmamıştı.
Yürüyerek giderken Kızılbel'e, babasıyla anıları canlandı gözlerinde.
Zonguldak'a inişleri, çocukluğu, babasının onu sahiplenişi...
Gözleri yaşlı epey yol almıştı.
Bir ses duyuldu arkadan, 'Recep olduğun yerde kal!'
Ocak amiri, fark etmiş Recep'in kaçtığını.
Haber vermiş Jandarma'ya.
Atlı jandarmalar yakaladı Recep'i.
-Recep sen misin?
-Benim komtanım, buyur...
-Madenden kaçmışsın Recep. Hakkında ihbar var. Seni götürmeye geldik.
-Ben gelemem komtanım, buvam öldü. İzin istedim vemedile. Ne yapsaydım komtanım? Babam öldü deyon sa yav. İnsaf yok mu sizde?
-Olmaz Recep. Maden ocağı amirlerinin ihbarı var, karakol komutanının da kesin emri.
-Ölürün de dönmen. Ben buvama son görevimi yapcan. Ondan sonra gelürün komtanım.
-Alın şunu, dedi komutan askerlere.
Direndi garibim biraz.
Sen misin direnen?
Jandarmalar dövdü Recep'i...
Sonra da aldılar yanlarına.
Getirdiler geri maden ocağına.
Dediler 'Giyin ocağa iniyorsun!'
Giyinmeyip de ne yapsın, bir daha mı ezsinler coplarla.
Sırtı, kaburgaları morarmıştı.
Ayakları da ağrıyordu.
Mecbur girdi yine maden ocağına.
Domuz damlarının dibinde...
Sarmaların yanında ağladı.
Hem ağladı...
Hem kazdı...
Bu nasıl bir yüktü?
Babasına mı ağlasın?
Yediği dayağa mı?
Yoksa kömür karası kaderine mi?

[*] [*] [*] [*]
Bu acılar bizim yaşanmışlıklarımızdır.
Zonguldak insanı bu günlere kolay gelmedi.
Ölülerini gömemedi...
Hasta çocuğunu tedavi edemedi...
Aç kaldı, açıkta kaldı...
Yetmedi...
Cehennem deliğine dayakla sokuldu.
Ama bir gün olsun devletine baş kaldırmadı.
Söz bulunmaz bu elemi yazmaya...
Hepsi muhtaç kara kömür kazmaya...