Geçen hafta Pusula'nın internet sitesinde "Kıvırcık nedir, kime denir?" başlıklı bir haber yayınlandı.

Kısa sürede oldukça çok okundu ve yorum aldı.

Yazıda "Kıvırcık" tanımlamasının "aşağılayıcı" olarak kullanıldığını, oysa bunun eski bir "Türk Boyu"nun adı olduğu anlatılıyor.

Ben bu konudaki düşüncemi, 20 Kasım 2000 tarihindeki Yeni Adım Gazetesi'nde şöyle ifade etmişim...

[*] [*] [*] [*]

KIVIRCIKLAR

Sevdalım Zonguldak...

Bana göre kentlerin en güzeli...

Türkiye'nin dört bir yanından gelenlerin ve yerleşikleri, kömür ve emekle yoğurup yarattıkları güzellik abidesi...

Doğal güzelliklerin kucağında, yeşil yorganların altında yatan karaelmasın şehri...

Ve benim, en güzel insan mozaiğine sahip şehrim...

Sevdiğim şehir...

Bugüne kadar yazdıklarımda, bu mozaiğin hep dışarıdan gelenlerini anlattım.

Fıkralarımda bile hep; Temeller, Dursunlar, Maholar, Hüssolar oldu.

Ama dediğim gibi, bu bölgenin bizden önceki yerleşikleri de var elbette...

Yöresel deyişle "Kıvırcıklar" da var.

Onlardan hiç bahsedemedik.

Oysa ki, dışarıdan gelenler için ekmek kapısı, macera nedeni, zenginlik aracı olan kömür ve kömür ocakları, geçmişte yerleşikler için çile evi, işkencehane olmuş yıllarca...

"Mükellefiyet Dönemi" dediğimiz yıllarda yerleşikler; süngü-dipçik zoruyla çocuk-yaşlı demeden, her türlü medeni olanaklardan uzak koşullarda, düşük ücretle çalışmak zorunda bırakılmışlardır.

Ocaktan kaçtıklarında, anaları, bacıları, eşleri jandarma karakollarında rehin tutulmuş.

Bunları, dönemi anlatan romanlarda, incelemelerde, röportajlarda bulabilirsiniz.

İrfan Yalçın'ın "Ölümün Ağzı" isimli romanı, Erol Çatma'nın incelemeleri, Saffet Can'ın eski madencilerle röportajları önemli tanıklıklardır.

İşte bu güzel, sıcak, sevimli kentin tarihinde, yerleşikler için acı ve tatsız anlar da vardır.

Gerek bu acı tarih, gerekse de dışarıdan gelenlerin kültürel farklılıklarının yarattığı çelişkiler onları etkilemiş elbette...

Sevimli bir içe kapanıklık, kendine has bir bakış-duruş-davranış, sahip oldukları zeka ve uyanıklığı saklayan bir ruh hali yaratmıştır.

Sizler, benim kentimin kurulduğu bölgenin ilk sahipleri, dostlarım, sizleri unutmadım.

Elimden kurtulacağınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.

Bu haftanın fıkrası da sizden...

Yalnızca Laz-Kürt fıkrası yok ya, sizin de çok güzel fıkralarınız var.

Sırası geldikçe anlatacağım.

Bugün birincisi...

Anlatayım da dinleyin, bakalım beğenecek misiniz?

[*] [*] [*] [*]

Adamın biri, yeni aldığı gıcır gıcır arabasıyla Bakacakkadı'dan sapmış, Bartın istikametinde Çaycuma'ya doğru gidiyor.

İlerde, köy yollarından birinden asfalta çıkmakta olan bir traktör görmüş.

Traktör sürücüsü sağa sinyal vererek asfalta yaklaşmış.

Adam, "Hafif sollarsam, rahatlıkla yoluma devam ederim" düşüncesiyle sapağa geldiğinde, sağa sinyal veren traktör aniden yolu harmanlayarak sola dönmüş ve olan olmuş.

Sert bir çarpışma ve yepyeni arabada epeyce hasar...

Adam, öfkeyle arabadan inmiş, traktöre doğru atılırken:

"Kör müsün be adam, hem sağa sinyal veriyorsun, hem de sola dönüyorsun, manyak mısın?"

Apçam, hiç istifini bozmadan, kollar traktörün direksiyonuna dayalı, öylece duruyor.

Tam şoför bağıra bağıra yanına geldiğinde, olayda hiç hatası yokmuşçasına:

"Ne bağıryorsuy ..... ...mun uşaa, sen benim ışııma ne bakıyon, yaptığıma baksaya, arabay da gırıldı, naapçan bakam şinci?"

[*] [*] [*] [*]

Hadi bakalım dostlar...

Napçanız şinci?

[*] [*] [*] [*]

Bu tavanın balıklarına İstanbul'dan selamlar...