“Zonguldak Nostalji” sosyal medya sayfasına (www.zonguldaknostalji.com) takipçiler tarafından gönderilen fotoğraflar, belgeler ve yazılar her geçen gün artıyor. Birbirinden değerli bu gönderileri değerlendirmek, sınıflandırmak, sizlerle paylaşmak bizim için çok önemli, daha da önemlisi kent arşivi adına iyi bir depolama platformunun kendiliğinden oluşmasına vesile olması. Tarihi belge ve fotoğraflar haricinde, amatör ruhlu nostaljik hikayeleriniz de sayfaya renk katıyor.
Bugünkü makalemizi, bizleri fotoğraf ve yazılarıyla sürekli destekleyen sıkı bir takipcimiz “Hülya Küçükhas”a ayırdık. Büyüdüğü yer ‘Işıkveren’ ve ‘Kilimli’de geçen anılarını anlatan yazıları ve fotoğraflarından oluşan özlem dolu kesitleri sunuyoruz…

ÖZLEDİM…

Özledim ki, hem de çok
Eski ailece bir arada olduğumuz günleri
Akşam yapılan kapı önü sohbetlerini
Sobanın önünde kıvrılıp yer kapma telaşımızı
Annemin yaptığı fırından mis gibi kokusu gelen yemekleri
Babamın sıcacık nefesini yüzüme kondurduğu minik buselerini
Kimsenin odasına kapanmayıp ailece aynı odada oturduğu günleri
Sohbetlerimizi
Hatta çocukça kavgalarımızı
Evimin bahçesinden gelen mis gibi hanımeli kokusunu
Arkadaşlarımı
Ailemize yabancıların girmediği, kimsenin ölmediği
Resimlerin eskimediği
Dağılmamışken oraya buraya
Birlikte olduğumuz günleri
Yani ben anamı babamı kardeşlerimi
Ailemi özledim…


ÇOCUKLUĞUM GERİ GELSE…

Bu aralar daha da çok özlüyorum sanki… Bırakın beni çocukluğuma evimin hemen yanındaki şeftali ağacına tırmanıp şeftalileri toplamayı, tırmanırken bacağımı yaralamayı, kucağımda meyvelerle aşağıya atlamayı, sabah uyanınca sobadan çıkan çıtırtıyı çaydanlığın fokurdayan sesini rüzgarın dallara vurarak hışırdamasını özlüyorum…


Annemin sıkı-sıkı saçlarımı örüp beyaz yakalı siyah önlüğümü giymeyi, Niyazi amcamın servisini beklemeyi, onun baba şefkati ile bizi okula bırakışını ya da Koreli Mehmet amcamın. Kazım amcamın okul günlerimi özlüyorum, arkadaşlarımı, serviste kucak kucağa oturup en önde yer kapma çabalarımızı özlüyorum. Ki mi zaman kavgalarımızı, çoğu zaman şen kahkalarımızı, mendirekte tıpkı Meralimle çektirdiğim resim gibi şen kahkahalar atmayı, defalarca ama defalarca kendimi suya bırakmayı, dondurmacı amcamdan aldığım dondurmayı yüzüme gözüme bulaştıra bulaştıra yemeyi, ekonomacı Cemal amcam teneke kutulardan gofret versin yine bana, ya da kağıda sıraladığı yumurtaları kırmadan eve götürmeyi, sırf mutlu olalım diye kocaman kavanozlardan ağzımıza verdiği akide şekerlerini özlüyorum… Mabel sakızı almadan ekonomadan çıkmayışımı, yolda kese kağıdında yazılanları okuya okuya evin yolunu tutuşumu özlüyorum.


Geceleri babamın sımsıcak koynunda uyumayı, sabahları onun öpücükleri ile uyanmayı özledim ben çok mu şey özlüyorum…
Kağıttan bebeklerimi özlüyorum, saatlerce oynadığım. ilgi çekmek için yalandan ağladığım, babamın saçımı okşasın ne olmuş kızıma desin diye beklediğim günleri özlüyorum, vardiyalı çalışıp gece geldiği, onu beklediğim günlerimi özlüyorum, babama deli gibi düşkün olduğum onsuz yaşam olmaz sandığım günleri o işe gidince ceketini koklayarak uyuduğum günlerimi, karne günlerimi özlüyorum... Karnemde kırık olduğu zaman sığınağım olan gömme dolaba gömülüp orada babamı beklerken uyuduğum günleri özlüyorum.. Babamın “neredeymiş benim kızım, yinemi saklanmış” deyip tam gömme dolabın dibinde konuştuğu ayaklarını seyrettiğim günlerimi özlüyorum.

Annemin kızım uslu uslu oyna yaramazlık yapma deyip de sokağa yolladığı ama benim her tarafım kirli paslı dizlerim yara içinde, yaralarımdan değil de annem’e nasıl hesap veririm diye korktuğum günleri özlüyorum... Dikiş makinasının arasında parmağımı sakatlayıp elimi havlu ile sarıp acı içinde annemi camın kenarında bekleyişimi özlüyorum…


Beklide yolda seksek oynamayı ip atlamayı özlüyorum, erkek çocuklar ile maç oynamayı, mahallemi, anılarımı, arkadaşlarımı, oyun oynarken zamanın nasıl da çabuk geçtiğini bir daha dışarı çıkamayacağız diye sallana sallana oyun oynadığımız günleri kimi zaman altımıza kaçırdığımız yinede delicesine sokaklarda oyun peşinde koştuğumuz günleri, hatta kömürlükten, kömür kovalarını taşımayı sonra özenle bunu sobaya yerleştirip her seferinde bir film izler gibi sobanın alev almasını beklemeyi, etrafına dizilip ısınmayı üstüne asılan çamaşırları özlüyorum…
Özlüyorum, annemin çamaşır günlerini bugün benim çamaşır günüm deyip merdaneli çamaşır makinasının nazlı nazlı dönmesini, kurutmak için hepimizin bir kenara kaçtığı o günleri… Çamaşırı sıkmak için yerleştir merdaneye, diğer taraftan al, ne kadar zor gelirdi… Hepimizin ödevi olurdu mutlaka, .evimizin mis gibi Hacı Şakir sabunu koktuğu, arap sabunu koktuğu günleri özlüyorum…
Aman ses olmasın diye nefes bile almadan babamın radyoya odaklanıp dinlediği haberleri haber saatlerini bile çok özler oldum şimdi. Kimi zaman radyodan çıkan nağmeleri o zamanın şarkılarını Alpay’dan fabrika kızı, Neşe Karaböcek artık sevmeyeceğim, Ajda Pekkan’dan sensiz yıllarda, Tanju Okan’dan kadınım, hayallere dalarak dinlemeyi, plaktan çıkan babamın bir kadeh yudumlayıp “akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısını mırıldanmasını… Akşamları babamın kahveden geliş saatini beklemeyi ne kadar çok özledim…
Özlenecek ne çok şeyim varmış meğer o gün için önemli saymadığımız şeyler nasılda değerliymiş aslında, yazlık yada kışlık sinemadan gözlerim şişmiş ağlamaktan bir perdeden bize yansıyanlara ağlayacak kadar da masum çocuklarmışız, onlarla gülüp onlarla ağlayan, kimi zaman Türkan Şoray gibi alımlı… Hülya Koçyiğit gibi masum, Fatma Girik gibi erkek Fatma olduğum günlerimi, kendimi o film karesinin içinde görüp yaşadığım günlerimi özledim…
Hepimizin mutlaka Sümerbank ayakkabıları olurdu siyah markasız genelde aynı model bunu bile özlediğimi fark ettim şimdilerde.
Akşamları üç dört çeşit yemek olan günlerimi özlüyorum, komşular birbirine ikramda bulunurdu, çıkarsız umarsız….
Günde bilmem kaç kere önümden geçen kara treni, kara trenin sesini, düdüğünü bile özlüyorum. Vagonları sayışımı hatırlıyorum her seferinde önümden hızla geçerken.
Özenle hazırlanan eski bayramları, bayram sabahlarını, sabah 8.00 oldu mu hepimizin mum gibi giyinip, babamın camiden gelişini bunu heyecanla beklediğimi… Eee nede olsa bayram harçlığı diye bir şey vardı kapacaktık azda olsa…
Şimdiki gibi değil, dört mevsimi ayrı ayrı yaşadığımız o günleri, meyveleri ağacından, sebzeleri topraktan toplayıp yediğimiz günleri. karpuz çıksa da, erikler olsa da yesek diye beklediğimiz o günleri özledim…
Eski ramazanları özlüyorum, gece kapımızda çalan davulun sesini, heyecanla kalkıp annem ve babamın kucağında yemek yediğim günlerimi özlüyorum…
Arkadaş kardeş olanlar ile ömür boyu ayrılmayacağız diye verdiğimiz sözleri, ellerimizi üst üste koyarak ettiğimiz izci yeminlerimizi, parmaklarımız kanatmadan kan kardeş olduğumuz günleri özledim…
Annemin pirinç karyolasını, aslan figürlü gardolabını, ne zaman açacak diye merakla beklediğim sandığını, .evde üç kardeş yastık kavgamızı, kuş tüylerinin havada uçuştuğu günleri özledim…


Ağabeyimin beni sinemaya yollamamak için ders çalıştıracağım dediği günleri... Bir türlü Mondros mütarekesini ezberleyemediğim, ağabeyimin benimle dalga geçtiği o günleri… Sabah 5.00 de kalkıp duvara ders anlattığım günlerimi bile özlüyorum
Eteğime yazıp, bakamadan kendimi ele verdiğim kıpkırmızı olduğum, ilk ve son kopya çektiğim günü bile özlüyorum...
Hokka idi sanırım, bununla öğrenmedik mi el yazısı yazmayı, dolma kalemlere hokkaya mürekkep koymak için ellerimizin masmavi olduğu günler nasıl unutulur. Cengiz öğretmenimin ellerinden saygı ile öpüyorum. Cihan hocamın da, hayatta olmayan öğretmenlerime tanrımdan rahmet diliyorum…
Mis kokan menekşelerin sümbüllerin arasında koşmayı özlüyorum, ortancaların arasında yürümeyi, Işıkveren’imi özlüyorum…


Gökyüzü gibidir çocukluk, nereye gitseniz sizinle gelir ya da gölgeniz gibidir, siz büyüdükçe gölgeler de büyür tıpkı geçmişteki anılarımız gibi.
Büyüdükçe benimle geleceğini yıllar sonra anılarımın bu kadar da birikeceğini bilemezdim elbette. En acı olanı ise patlayan balonlar misali elimde ki balon kümesinin günden güne azalacağını bilemeden neden o zaman bu kadarda büyümek istediğimi anlayamıyorum. Her yıl bir yaprak daha düşüyor sayfalarımdan balonlarım eksiliyor, üzüntüm onları bir daha hiç görememek… Saklambaç oynayan çocuklar misali, saklansam bir köşeye oradan hiç çıkmasam birileri bana çocukluğumu geri verse… Saçları sıkıca örülü kırmızı etekli o küçük kızı özlüyorum…

SİYAH BEYAZ GÜNLERİMİZ…

Sokaklarımız oyun yeriydi, .kimse hadi evinize, neden oynuyorsun demezdi o zamanlar.
Kokulu hatıra defterlerimiz vardı. Bir de kokulu kalemlerimiz silgilerimiz. Anılarımızı yazardık allı güllü not defterlerinize, sevdiğimiz arkadaşımıza kimi zaman sevdiklerimize. Sokaklar evimiz, komşular ailemizdi...Leğenler çamaşır makinamız, rendelenmiş sabun deterjanımızdı. Çarşıya inmek en büyük zevkimizdi o zamanlar. Kordon boyunda yürümek, apartman topuklu ayakkabılarımız, İspanyol paça pantalonlarımızla, salına salına yürüdük. Zonguldak kordon boyunda…
Yağ satardık, bal satardık oyunlarımızda ama kimseyi satmazdık…
Sınırlı günlerde tavuk alınırdı evimize, hakiki katkısız köy tavukları yerdik o zamanlar, sonra lades tutardık “ladesim lades olsunmu? olsun. tutmayan gavur olsunmu?” diye…
Pul koleksiyonu yapardık o zamanlarda.delicesine toplamaya çalışırdık. Ya da rengarenk kartpostallardan koleksiyon yardık. Sonraları peçeteler ilave oldu rengarenk, keşke saklasaymışım toparladıklarımı, kıymetini bilememişiz tıpkı yaşadığımız yılların kıymetini bilemediğimiz gibi…
Eskiden müzik dinlemenim keyfide bir başkaydı. kasetçalarlarımız vardı. Kasetlerimizi. teybe koyardık, kaset sarardı, hadi çıkart düzelt arasına kalem koyar sarardık özenle tekrar dinleyebilmek için.


Bakkaldan aldığımız balonlarımız vardı. patlasa bile ucunda az bir yer varsa şişirmeye çalışırdık büyük bir gayretle.
Tavşanlı amcalarımız gelirdi el arabası ile, şans niyet çekerdik hayallere dalardık olsun diye belki de biran önce büyümeyi hayal ederdik.şimdi o günlere dönmeyi hayal edeceğimizi bilmeden.


Babalarımız için konfeksiyon mu vardı. genelde lacivert siyah yada gri kumaşlar alınır erkek terziye gidilir takım elbiseler dikilirdi, ne kadarda değerliydi o elbiseler.
Üstünde dantel olan televizyonlarımız vardı bizim, olmazsa olmaz geyikli duvar halılarımız, her bir koltuğa özenle yerleştirdiğimiz dantellerimiz vardı, şimdilerde moda diye tembelliğin yeni adı nerdeyse yerlerde halı bile yok… Sanki taşınıyormuş havası olan evler aldı yerlerini...
Aklıma geldi bide su tabamcalarımız vardı, nasılda özenle ıslatırdık birbirimizi, sırılsıklam eve dönerdik. Tek derdimiz akşam hava karamadan eve dönmek idi. Cep telefonlarımız mı vardı? hayır ama büyüklerimiz merak etmezdi, şimdiki gibi değildi o zamanlar çocuklarımızın ellerinde telefon yinede endişeliyiz.
Evlerin önüne itina ile örtüler serilir, piknik yapılır evcilik oynanırdı, ekmek alınca artan para üstünden aldığımız Tipitip sakızlarımız vardı elimize doldururduk sakızları…
Dört çocuk bi şişeden su, limonata içiyorduk. Suyu ya çeşmeden ya da hortumdan kana kana içerdik, ölmedikte, zehirlenmedikte. Şimdi neredeyse steril diye diye çocuklarımızın vücudunda mikropta ve bunlara bağışıklıkta yok neden acaba!!!. Ekmek yerken sokaklarda yada şekerli tatlılar neden kilo almadık. eritiyorduk yediklerimizi hiç diyet yaptığımızı hatırlamam, şimdi hayatımız diyet.
Kimi arkadaşlarımız okul hayatında çok başarılıydı, kimimiz daha az, bunu hiç dert etmezdik. Dersane nedir bilmezdik, at yarışı gibi koşturmadık, psikologlara da gitmedik, neticede hepimiz bir yerlere geldik. Gel de çocukluğuna dönmeyi isteme…
Sayı boncuğu, abaküslerimizi unutmak ne mümkün… Ya Ayşegül serilerini… “Ayşegül tatilde”, “Ayşegül okulda” bunun gibi bir kamyon kitaplar…
Dizlerimiz yara oluncaya kadar oynadığımız oyunlar, kabuk tutan yaralarımız, kaldırır yine devam ederdik oyuna… . Olmayan hayal ürünü öcülerden korkardık, şimdiki iki ayaklı canlı öcüleri nerden bilebilirdik…
Sayılı arkadaşımızda olan bisikletlerimiz vardı, kimi zaman tekerleğine plastik sıkıştırıp motor sesi çıkarırdık. Salonumuzun halısı üzerinde sehpaları ters çevirir araba yapar iterdik, bir Anadolda olduğumuzu hayal ederek…
Lahmacuncu amcalar vardı, çocukların hayallerini satan amcalar vardı, leblebi tozu, torpil, su tabancası, susamlı ballı pestil gibi ne ararsan vardı. o amcayı görür görmez başına toplanırdık. bozuk paramız neye yeter ise, alırdık günlük hayalimizi, annem çok kızardı "alma şu pis şeyleri" diye, oysa bugün yediklerimiz çok mu temiz. sonra seyyar satıcılardan içerdik bayram günleri şerbeti limonatayı kana kana ya seyyar satıcılardan aldığımız horoz şekerlerini unutmak ne mümkün… Evlerimizde kocaman şeker kovaları vardı baş köşelerde, Vita yağıyla yapılan yemekler bir karış yağ tutardı, dakikalarca kaynatmak gerekirdi yemek için ama yinede ölmedik…


Pilli el fenerlerimiz vardı, birde başucumuzda gaz lambalarımız. mutlaka bir kitabımız olurdu. “Kerime Nadir” okurduk mutlaka, o zamanın hikaye kitapları kalmış zihnimde “Kemalettin Tuğcu” romanları, “Cin Alinin karagözlü kuzusu”, “Kaşağı”, “Yavrucuk”, Orhan Kemal’den “Ekmek Kavgası”, Maksim Gorki’den “Ana”, daha ne kitaplar ne romanlar okuduk kim bilir, kitap çok değerliydi okunmak için alınır kütüphanenin tozlu raflarında bırakılmazdı, hepimizin mutlaka bir başucu kitabı vardı, kitaplar yetmez elden ele dolaşır yine yeniden olurduk tekrar tekrar…
Yatak baş ucumuzda su dolu sürahilerimiz olurdu, sağlığımız için gerekli her tedbir aslında alınmıştı o yıllardı, kağıttan tuzluk yapardık.hani elimizle hareket ettirdiğimiz, dilekler yazdığımız elimizde kukla gibi açtığımız.
Patatesten baskılar yapardık okul zamanı. Bir de sevdiklerimize mektuplar yazardık, “nasılsın iyimisin” diye başlayan büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim diye biten… Telgraf da kısa vadeli iletişim araçlarından biriydi o zamanlar, unuttuk bizler bütün bunları. tenolojiye yenilen koklayarak haberleşme gereçlerini…
Büyüdüğüm mahalle Işıkveren’de yürürken yeşilin çeşitli tonları bizlere eşlik ederdi, mis kokulu sümbüller, ortancalar, mor menekşeler arasında ciğerlerimize çekerdik bu mis gibi kokuları kimi zaman yemek kokusu ile karışır olsa da…


Mutfak raflarına dizili tabaklarımız bardaklarımız vardı, özenle saklardık her birinin kıymetini bilirdik... Google amcamız yoktu ya o zamanlar komşu teyzelerde ansiklopedilerimiz vardı. gece yarısı da olsa onlara gider saatlerce yaz babam yaz yapardık, hatırladınız mı sizde?
Yerleri çalı süpürgesi ile süpürürdük, sonra gırgır çıkmıştı hatırladınız mı?, aman Allahım nasılda lükstü bizlere nede olsa bir gırgırımız vardı, işi bitince özenle köşeye konulurdu…
Bakırdan hamam taslarımız, ibriklerimiz, sahanlarımız vardı. Yılda bir kere bakırcılar gelirdi özenle kalaylatırdık üç beş parça neyimiz varsa.
Pasolarımız vardı. Kapuz’a denize girmek için de giriş kartı çıkartılırdı. Zonguldak Deniz kulubü unutulur mu?, en şık kıyafetler ile gidilir, gidemediğimiz zaman imrenerek bakınırdı.
Zeiss marka fotoğraf makinalarımız vardı, paylaştığımız çoğu fotoğraflar bu makinalardan çıkma sanıyorum.
1970’lerin olmazsa olmazları, Talk çocuk pudrası ama ille de bu olacak Öküzbaş, Çivit, Vita yağ, Arko krem, Tursil, Arap sabunu,
Kara trenlerimiz, bizleri hayallerimizi taşıyan. Güven turizm hatırladığım şehirlerarası otobüs şirketi.
Okul sıralarında annelerimizin diktiği, her hafta bir velinin yıkadığı pembe kareli mavi kareli örtüler hatırlanmaz mı hiç…
Her yıl kış başlarken soba boruları ile saatlerce uğraş veren büyüklerimiz, bizlerin elinde bir boru annelerimizin tam ayaklarının dibinde popomuza bir şaplak yeriz ortada dolaşma diye… Borular nereye gelecek bulmaca gibi ama sonuç mükemmel karşısına geçip hep birlikte izleriz oh be sonuç mükemmel oldu diye, sanki bir tablo yapmışız gibi, ona monte edilen çamaşır kurutma askılarımız, yazık şimdiki nesil asla bilemeyecek ve göremeyecek…
Facitler vardı. Ya da Remington marka daktilolar, onlarla öğrenmedik mi on parmak daktilo yazmayı.
Özgürlüğümüz, görevlerimiz, sorumluluklarımız, sevinçlerimiz, üzüntülerimiz vardı ve bizler büyüyorduk.

YİNE ÇOCUKLUĞUM GELDİ AKLIMA,
BOMBALARLA TERÖRLE YAŞAMAYA BAŞLADIĞIMIZ BU GÜNLERDE…

Şimdi çok korkuyorum ben...
O zamanlar korkmazdım hiç, yorganın altına girdim mi...
Eskiden yorganlar tahta gibi sertti ama hiç ağır gelmezdi nedense...
Tüm korkularımı unuturdum...
Çünkü bilirdim canım babam korkularımı unutturacak beni kolları ile sarıp sarmalayacak...

Ne tasa ne gam günler geliyor aklıma...
Sokağın bir başından öbür basına kadardı o zamanlar özgürlüğüm...
Yetiyordu yine de hayatım hayallerim o sokakla sınırlanmıştı...
Fazlasına da gerek yoktu zaten...
Bütün oyunları oynayabiliyorduk...
Sanki sokaklar bize göre düzenlenmişti özgürdük...
Vızır vızır geçen arabalar yoktu...
Sadece sabah gelen sütçü amcanın sesini duyardık...
Ya da tek tük geçen seyyar satıcıların sesini...
Veya annelerimizin sohbet seslerini...
Bahçelerimizde ağaçtan ağaca kurulmuş derme çatma Salıncaklarımız vardı bizim...
Kavga etmeden sıramızı beklerdik...
Bir de babalarımızın yaptığı el emeği uçurtmalarımız...
En çok bu zamanlarda mutlu olurdum...
Hayaller kurardım küçücük dünyamda...
Kendimi kocaman bir genç kız görürdüm
Saçlarını savuran özgür alabildiğine mutlu...
Hiç düsünmezdim bile bir gün büyüklerimin ahirete gideceğini...
Bilmezdim ki o zamanlar ölüm ne demek...
Ağaçlara tırmanır meyve toplardık...
Eşit olsun diye tek tek sayar paylaşırdık...
Sonbahar da yere dökülen yaprakları toplar...
Evler yapardık kendimize kocaman odaları olan...
Küçücük gül yapraklarını tırnaklarımıza yapıştırır oje yapardık...
Annelerimizin diktiği elbiselerin kalan kumaşlarını almak için yalvarırdık...
Allı pullu olanları alır bebeklerimize elbiseler dikerdik...
En çok da sapsarı saçlı mavi gözlü bebekleri severdik nedense...
Bir bebeğim vardı ki nasıl da bakardım kolu bacağı kırılıp kaybolmasın diye...
Evcilik oynardık nedense hepimiz ya doktor olurdu ya da öğretmen...
Anne olmak için kavga ederdik kimi zaman...
Hepimiz anne babamız gibi evlenecektik boy boy çocuklarımız olacaktı...
Anne olmak ne güzel bir duygu idi...
Çocukta olsak o an için büyümüştük ya...
Birde minnoş bir kedim vardı hiç kucağımdan indirmediğim...
Bütün ailenin göz bebeği minnoşum...


Bahar geldi mi rengarenk çiçeklerin içinde oynardık...
Her eve gidişimizde elimizde çiçek olurdu annelerimize verecek...
Dostluk arkadaşlık o zamanlar kazınmıştı beynimize...
Yıllar sürecek birbirimizi kırmadan üzmeden...
Hep artan ama hiç eksilmeyen...
Günlük değil de ömürlük süren...
Çocuktuk işte masumduk...
Tek derdimiz oyun oynamak biraz daha büyümekti...
Kendi küçük, hayalimizde kocamannn dünyamızda kendi kabuğumuz da...
Büyümeye çalışıyorduk...
Ne yağ kuyrukları ne büyüklerimizin konuştuğu siyaset...
Ne kısıtlı özgürlük, kimimiz için zenginlik, kimimize göre fakirlik...
Bütün bunlar hiç umurumuzda değildi...
Biz çocuktuk çünkü eşittik kendi dünyamızda özgürdük...

Şimdi yine giriyorum tahta gibi olmayan yumuşacık yorgan altına kapatıyorum...
Sonuna kadar ama nefes alamıyorum yinede korkuyorum...
Beni sarıp sarmalayacak babam da yok artık...
Sarıldığım yorganın da faydası yok...
Ne yazık ki o günler de yok artık...
Diyorum ki kalk hülya hayatla mücadeleye devam...

Karamsar olmak istemiyorum...
Yaşadığım her anı acısı tatlısı doğrusu yanlışı ile seviyorum...
Hayatın bize sunduklarını yaşayarak öğrenerek geçiriyoruz bir şekilde...
Amaaa çocukluğumuzda bir başka...

Şimdi bunları okuyan çocuklar belki de çok sıkıcı bulacaklar ama bizler mutluyduk, mutlu büyüdük. kişiiğimiz bu şartlar içinde gelişti, bu benim hayatım benim hayallerim özlemlerim geri gelmeyeceğini biliyorum ama bunlarla büyüdüğüm için çok ama çok mutluyum…
Sevgilerimle…

Hülya Küçükhas




Yardımcı kaynaklar…
Zonguldak Nostalji
zonguldaknostalji.com
Hülya Küçükhas