KOMŞULUK…

Komşuluk” diye bir güzellik tanırdık... Nereye taşındı, bilen var mı?
Bizim zamanımızda komşu denince akan sular durur; ekmeğini, çorbanı, aşını ve gözünden akan yaşını bile paylaşırdın. Üzüntünü, sevincini, acını, yani yaşamını paylaşırdın. O günleri çok özlüyorum.
Gerçekten komşunun komşuya ihtiyacı var.
Hızlı ve çarpık şehirleşmenin doğurduğu robotlaşmış kalabalıklar; insani münasebetlerin alt üst olduğu; ruhsuz insan yığınlarına dönüştü…
Şehirler kalabalıklaşırken, insanlar yalnızlığa mahkûm oldu.
Hâlâ komşularımız var, hem de eskisinden fazla, fakat komşuluk yok.
Bugün apartman tarlasına dönen şehirlerde oturan birçok kişi karşısındaki komşusunu tanımıyor. Çünkü “komşu olmak” başka, “komşuluk etmek” başkadır. Taşındığınız anda komşu olur, tanıştığınız anda ise komşuluk etmeye başlarsınız. Bu tanışıklık dertleri dinlemeyi, sıkıntıları paylaşmayı, sevinçlere ortak olmayı ve hassasiyetlere özen göstermeyi temin ediyorsa, orada iyi komşuluk ilişkileri var demektir.
mertlik bozuldu” sözü var ya mecazen “apartman icat oldu, komşuluk bozuldu” dersek pekte yanlış olmaz…
Sobayı, kömürü, külü bilmeyen; “komşu, komşunun külüne muhtaçtır” atasözünün anlamını nereden bilsin?


MAHALLE Mİ KALDI?

O yıllarda sokaklarda asfaltımız yoktu ama gönüllere güller seriliydi... Bekçi babanın da aileden biri olduğu; 2 katlı, beyaz badanalı, bahçeli, ağaçlı ve kuyusu olan evlerinimizin Vita tenekesinde yetiştirilen pencere önündeki çiçekleri bile bir başka güzeldi. Komşu için dalından koparılan bir dal sardunya, çoğaldıkça mahallenin bütün pencerelerini kaplardı…

Çay mı bitmiş, şeker mi, yoksa tuz mu? Hiç gam değildi. Kapılar kilitlenmezdi. Gecenin saat kaçı olsa hiç çekinmeden kapısını çalabileceğimiz; hatta aralık duran kapısından içeri gireceğimiz komşularımız vardı…(dede, nine) ile iç içe, iki göz bir odanın içinde huzurlu ve mutlu yaşanırdı.
Eskiden komşu demek, aileden biri demekti. Herkes birbirinin derdini bilir, çare olabilmek için kendine dert edinirdi. Komşuluk bir arada yaşama biçimi olmaktan öte, insanların kendilerini güvende hissettiği, huzur bulduğu bir inanç sarmalıydı.


Ne oyunlar oynardık. Toprağı saksıda değil arsada, bahçede tanırdık.
Çevre koruma örgütleri boy göstermemişti henüz. Çünkü çevre vardı.
Basketbolu bilmezdik. İstop ve yakartop ile oldu topla ilk tanışmamız. Beton mantarlar yokken sokaklarda, mahalle aralarında minyatür kale maç yapardık.
Sokak aralarında Aygaz, patates, soğan çığlıkları yerine yoğurtçunun çıngırağını duyardık.
Ezanı hoparlörden dinlemez, dokuz kere düşünmeden söz söylemezdik.
Bafra veya Birinci genç kızlığa ve delikanlılığa ilk merhaba idi.
Pamuk helvacımız, nane şekercimiz, macuncumuz; hani, şimdi nerede?
Koskoca balina küçücük gömlek yakasına nasıl girerdi, anlayamazdık. Çözemezdik sihrini masmavi çivit in bembeyaz çamaşırları yıkamasını.
Gramofonlardan sonra pikaplarda dinledik taş plakları. Sonra da kırk beşliklerde Barış Manço´nun Dağlar Dağlar´ını, Cem Karaca´nın Hudey Hudey´ini, Berkant´ın Samanyolu´nu
Radyo dinlerdik, ufkumuz gelişirdi. Bilen Şoförün Lastiği´ni bilirdik.
Radyo Tiyatrosu, On Altı Soru Bilgi Yarışması, Çek Soruyu Bil Doğruyu vazgeçilmezdi herkes için.
Hayat mecmuasında Hikmet Feridun Es ile dünyayı dolaşırdık pasaportsuz, vizesiz.
Türkiye´nin 67 il vardı düne kadar. Adana´dan başlayıp, Zonguldak´ta koyardık noktayı.
İş Bankası´nın, Emniyet Sandığı´nın kumbaraları ilk tasarruftu bizim için.

MAHALLE BEREKETİ…

Akşam yemeğinde kıvırcık salata ve taze soğan isterse babalar, mahalledeki iki büyük bostandan birinin yolu tutulur.
bostancı, elindeki şişe geçirdiği sicim gibi ince dalın üzerine koca havuzdan aldığı kıvırcıkları ve turpları diziverir.
Zaten o gün bizim sokaktan balıkçımız geçmişse tavada nar gibi kızarmış palamutlar da hazır demektir.
Arkasından tahin helvası yenmezse olmaz.


Buzdolabı denilen eşya ismi duyulup cismi bilinmediğinden akşam yenecek olan karpuz file içinde saatler öncesi kuyuya sarkıtılmıştır.
Hele ramazan aylarında bir başkadır mahalle… Top atılıp kandiller yanınca çocuklar hep bir ağızdan bağrışırlar “Top attı - Kandiller yandııı - Oruç bozulduuu “
Geceleri saklambaç oynamanın da zevki başkadır ama gündüzleri o kadar çok koşulmuş ve yorulunmuştur ki akşam yemeğini yer yemez köşedeki minderin üzerinde sızılırdı...

Şimdi her şey var… Bolluk içindeyiz ama huzur nerede?

Eskiden bizlere “yamalı giymek ayıp değildir, yırtık ve sökük giymek ayıptır” diye öğretilirdi.
Buzdolabı, televizyon her evde yoktu.
Arabası olan parmak ile gösterilirdi.
Eskiden olduğu gibi hasır örtülü gazinolar, sinekli bakkallar yok.
Eğlencede değişti, alışverişte.
Ama huzurlu muyuz?
Kaçımız hayatından memnun?
Oysa geçmişte fakirliği, mutluluğu, huzuru paylaşabiliyorduk.
Mahalledeki tek televizyondan her Salı akşamı Türk filmi seyredenken, ev sahibi de misafirde hayatından memnundu.
Bir tane buzdolabı bütün mahalleye yetiyordu.
Mahalledeki tek arabada öyle.
Hele ki kasalı yamuk bacaklı bir Skoda’ya sahipsek bütün mahalleyi pikniğe götürebilirdik.


MAHALLE OYUNLARI…

Çocukluğumuzda; mahallemizde gece yarılarına kadar, mahallenin bütün çocuklarıyla, bisiklete binmeyi özledik.
Körebe, birdirbir, saklambaç, yakantop, üç taş, misket oynamayı özledik.

Mahalle aralarında arkadaşlarımızla rahatça, kardeşçe oynamayı özledik.
hatta sokaklarda düşüp yaralandığımız günleri bile...

Okulda kutladığımız, yerli malı haftasını özledik.
Kütüphanelere gidip, ödevlerimizi araştırıp, hazırlayıp yazmayı özledik.
Simsiyah önlüğümü özledik.
Okul yolunda satılan, turşuyu, elma şekeri, dondurma, limonata, şam tatlısını özledik.
Arkadaşlarımızla oynadığımız oyunlarımızı özledik.
Ninemizin anlattığı, uzun ve bizlere bir şeyler katan masalları özledik.
Sıcacık yanan odun sobasını, üstünde pişirdiğimiz kestanelerin tadını özledik.
Baharda uçurtmalarımızı yarıştırmayı özledik.
Kendi hayal gücümüzle yaptığımız (çamur, karton ve yumaklarla) oyuncakları özledik.
Uzaktaki akrabalarımıza, arkadaşlarımıza yolladığım mektup ve kartları özledik.
Bizim gençliğimizdeki aşkları özledik. tertemiz duygularla yaşanan, gerçek sevgiyi özledik.
Evet çocukluğumuzu özledik.


MAHALLE EMEKTARLARI…

Mahallelerimiz varken bizim “mahalle bekçilerimiz” vardı.

Mahalle bekçisi mahallenin o kadar ayrılmaz bir parçası idi ki ona “Bekçi baba” derdik. O, mahalledeki her ailenin kendisine sonsuz güven duyduğu birisiydi.
Mahallenin mahalle olduğu zamanlarda her mahallenin bir “mahalle çeşmesi” vardı...

Şehirlerin su dağıtım şebekelerinin henüz evlere kadar uzanmadığı zamanlardı o zamanlar...

“Mahalle ebesi” vardı mahallelerde.. Daha ziyade o mahallenin yaşlıları ve tecrübeli hanımları arasından öne çıkanlar bu işi mahallenin kendisine yüklediği kutsal bir görev olarak kabullenip yaparlardı.
Eskiden bir “mahalle komşuluğu” vardı. Yeri geldiğinde akrabalıktan öte bir yakınlık, birlik ve beraberlik demekti bu... Zaten onların oluşturduğu bu bütünlüğe “mahalleli” denirdi.. Aynı mahallede oturuyor olmanın bu insanlara yüklediği maddî ve manevî sorumluluklar çevresinde o kadar geniş bir halk kültürü oluşmuş idi ki, bunu bir başka milletin kültüründe görmek sanırım kolay kolay mümkün olmaz


SİYAH ÖNLÜK GİYDİĞİMİZ BEYAZ YILLAR…

Siyah önlük giydiğimiz beyaz yıllardı...
Kızların kurdeleleri ve beyaz yakalar nasıl tahta gibi sert olurdu koladan. yakalar insanın boynunu keserdi...
1.sınıfa başlarken sayı boncuğumuz (abaküs) ve fasulyelerimiz mutlak olurdu çantamızda.
Müzik derslerinde Flüt ten önce mandolin sürdürüyordu saltanatını
Çeşitli renklerde plastik iç içe geçmeli bardaklar kullanarak çeşmeden içerdik suyumuzu.
Mini mini birler, çalışkan ikiler tembel üçler... diye uzayıp giden tekerlemelerimiz vardı.
Ve gerçekten siyah önlük giydiğimiz beyaz yıllardı…


LADESİM LADES OLSUN MU?

Çocukluğumuzda oynadıklarımızdan, bir aldatmaca oyunuydu.
Lades tutuşacak olan iki kişiden biri eline tavukların göğsünden çıkan çatal köprücük kemiğini alır. Bir ucundan kendisi tutar öbür ucunu karşısındakine tutturur. (Tavuğun lades kemiği bulunmazsa, serçe parmaklarını birbirine geçirip sallayarak da lades tutuşulabilir.:)
Aralarında genellikle şu şekilde bir konuşma geçer:
—”Nesine?“ ( Önce kazananın alacağı hediye belirlenir )
—”Ladesim lades olsun mu?“
—”Olsun.“
—”Vermezsen yarın ahirette alacağım olsun mu?“
—”Olsun.“
—”Yerde ne var?”
—”Çimen.”
—”Gökte ne var?”
—”Bulut.”
—”Kırk gün, kırk gece sen bunu unut.”
Bu söz üzerine, kemiği çekerek koparırlar.
Erken davranan biri, denemek için, elindeki kemik parçasını karşısındakine uzatır:
—”Al, ölç bakalım, hangisi uzun!”
Ötekisi, boş bulunmazsa: “Aklımda!” der.
Oyunun kuralı budur. İkisinden hangisi öbüründen bir şey alırsa mutlaka “aklımda” diyecektir, demezse, ötekisi hemen: “Lades!” diye bağırır.
Oyun da bitmiş olur. Kaybeden, önceden kararlaştırılan hediyeyi verir.


RADYOLU, GAZETELİ GÜNLER…

Yaşamımızın sadece radyonun var olduğu günlerinde "Ajans Saati"nin ayrı bir yeri vardı.

Aile büyükleri, üzerine dantel örtü konmuş, hoparlör peteğine nazar boncuğu iliştirilmiş olan radyonun çevresine toplanır; sessiz ve ciddiyet içinde haberleri dinlerlerdi. Konuşmaya kalkışan çocuklar susturulurdu:
- ŞşşT! Ajans Saati´nde konuşulmaz!

Gazete babaların yan cebinde, aleniyeti besbelli olan bir gururla taşınırdı. Evlerine girer girmez çocuklar gazeteye yapışırlardı. Okuma önceliğini kapmak için ne çekişmeler olurdu. İnsanlar radyoda duydukları; ya da gazetede okudukları haberleri birbirlerine iletirler, haberin doğruluğundan kuşku duyanlara "Radyo söyledi" ya da " Gazetede yazıyor" derlerdi. Bu kanıt haberin doğruluğu için yeterliydi. O günlerde "asparagas" nedir bilinmezdi. Gazeteler promosyon yarışı içinde değillerdi; kesilecek kuponları olmazdı.


SİNEMALAR…

Taşra dışındaki dünyayı sinemada gördük biz.
Sinemaya gitmek bir törendi. Biletler bir gün önceden alınırdı. Banyo yapılırdı ve annem elimizden tutar o büyülü dünyaya götürürdü.
Film başlar başlamaz, kahramanımızın yanında kimler olduğunu merakla beklerdim.
Yeşilçam´ın “babacan karakterleri” bizden yana olurdu hep; Cevat Kurtuluş, Necdet Tosun, Sami Hazinses, Nubar Terziyan, Hulusi Kentmen, Münir Özkul…
Karşımızda olanlar ise korkutucuydu. Yeşilçam´ın bu “kötü adamlarından” kim korkmazdı ki: Hüseyin Baradan, Önder Somer, Erol Taş, Bilal İnci, Hayati Hamzaoğlu…
Çocuk aklımla her seferinde, “bu kötü adamlar yenilebilir mi” diye düşünürdüm.
Filmin kahramanına güvenirdim:
“Ne olursa olsun biz yeneceğiz” derdim içimden.
Annemle gittiğim filmlerin sadece bazı sahnelerini hatırlıyorum; kahramanın, “kötü adamları” yendiği kareler!..


POSTA…

Eskiden posta kutularına gelen mektuplar vardı. İçtenlikle el yazısıyla yazılmış mektuplar. Gideceği yerin uzaklığına göre değişiyordu ulaşma vakitleri.
Postacı gelirken heyecanlanırdı onu görenler gözler. Acaba selam var mı uzaktan gelen? Ya da uzun zamandan beri hatırını soramadım dostlarımın diye hayıflanan.
Bir kağıt bir kalem bir de zarf ve zarfın arkasına yapıştırılması gereken bir pul. Sonra o zarfı postaneye götürüp yollamak gerekiyordu. Belki birazcık da olsa zahmetliydi bu iş. Ama tüm bunlara rağmen mektuplar geliyor ve gidiyordu birilerine eskiden.
Ve en güzeli ise o zarftan çıkan kağıtta yazılan her harf bir dokunuştu, bir dost eli değmişti o zarfa, onların yüreği gezinmişti o kağıtta. Kim bilir belki de kokuları sinmişti o zarfa.
Yani eskiden mektuplar vardı ve herkes daha birçok hatırlardı birbirini.
Evet o kadar çok yoğunuz ki artık mektuplarla uğraşak vakit bulamıyoruz. Ama nedense herkesin evinde olan telefon da eskisi kadar çok çalmıyor dostlar tarafından. Yada herkesin cep telefonu sadece iş için çalıyor. Ve artık eskisi kadar mail de gitmiyor kimseye nasılsın soru cümlesine sahip olan. Bunların hiç biri mektup kadar zevkli değil ama zahmetli de değil.
Demek ki mektuplar ölmemiş. Dostluklar ölmüş. Herkes dünya işine dalmış ve dostlarını unutmuş. Eskiler çok daha bağlıymış demek ki birbirlerine ve bu yüzden zahmetle ama büyük bir zevkle hal hatır sormuşuz birbirimize.


PAZAR FİLESİ, KESE KAĞIDI…

"Doğal atıklar toprağa karışıyor ama naylon türü atıklar yüzyıllar geçse de eriyerek toprağa karışmıyor"!
Bazen eskiye dönüp şöyle bir bakmak, günümüzde yaptığımız yanlışları görmemize olanak sağlar.
Örneğin "Pazar Filesi" ve gazete kağıdından “kese kağıdı” kullandığımız dönemleri hatırlamak gibi...
Çocuk yaşlarımızda annemizle birlikte gittiğimiz o pazar alışverişlerini hiç unutamayız.
O zamanlar herkesin cebinde bir file bulunurdu, tıpkı ufacık bir mendil gibi!
Ve pazar dönüşünde kocamanlaşırdı, taşımakta zorlanırdık.


KÜFECİLER…

Kaybolmakta olan mesleklerden biri de küfecilik.
Pazar arabaları çıktığından beri ve çok yorucu bir iş olduğundan yavaş yavaş kaybolmaya başladılar. Hatta kayboldular…
İşleri gerçekten zordu. Gençler küfecileri pek bilmezler. Pazara gelen hanımlar ya da beyler pazar girişinde bir küfeci tutarlar sıkı bir pazarlıktan sonra takarlar peşine pazarın bir ucundan bir ucuna peşlerinden dolaştırırlar.
Aldıkları gıda giyim ne olursa hepsi o küfenin içine tıkılır. Yük hafifmiş ağırmış gıkları çıkmaz küfecinin yerleştirme de onlara aittir. Domates ve benzeri gıdaları ezilmesin diye dikkatle koyarlar sepete. Alışveriş bitince de önde hanım veya bey arkada küfeci eve doğru yola koyulurlar. Eve vardıklarında ise kaçıncı katta oturuyorsa o kadar kata kadar çıkarır ve kapıya teslim eder. Eskiden bazı kişilerin tanıdık küfecileri olurdu. Beyler alışverişi tamamladıktan sonra küfeciyi tek başına eve yollar kendi kahveye yada işe giderdi. Genelde pazarda dolaşmaları ve eve kadar gidişleri süresince yaklaşık 4-5 km yol kat etmiş olurlar o sırtındaki yükle, ve de Zonguldak’ın merdivenlerinde…


ZOR MESLEKTİR TERZİLİK…

Terzilik sabır, titizlik, temizlik ve güven isteyen meşakkatli mesleklerdendir. Terzilikte çırak olarak mesleğe başlayan çocuklardan bunlara uyması, ayrıca saygılı ve itaatkar olması istenir.
Anne-baba her meslekte olduğu gibi çocuğunu çıraklığa verirken ustasına “Eti senin kemiği benim der.” bırakır giderdi. Yeter ki çocukları bir meslek sahibi olsun, hayatını kurtarsın, kimseye muhtaç olmadan yaşamayı öğrensin isterlerdi. Para onlar için ikinci planda kalırdı.
Geçmiş yıllarda terziye gidip takım elbise diktirmek babadan oğula geçen bir gelenekti. Ancak hızla gelişen hazır giyim sektörü nedeniyle, terzilerin kapısı da daha az çalınır oldu.
Birçok dikiş ustası kepenklerini indirirken, mesleğinden vazgeçmeyip hala bu gidişata direnenler de vardır.
Terziler erkek ve bayan terzisi olarak ayrılmalarının yanında “tüccar terziler” diye de ayrılırlar. Tüccar terziler dükkanlarının raflarında kumaşlar bulundururlar. Müşteri isterse buradan kumaş beğenir ve kumaş arama zahmetinden kurtulurdu.
Terzide elbise diktirmenin keyfi bir başkadır. Terzide diktirilen elbisede kendi ruhunuz vardır. Kendi giyim zevkinizi yansıtır. Çünkü bu elbise size özeldir.


FOTOĞRAFÇI…

Resim çektirmek için sandalyeye oturuyorsunuz.
Fotoğrafçı, körüğün içinden size bakıyor. İstediği pozu verememişseniz, ya körüğün içinden verdiği talimatla pozunuzu ayarlıyor, ya da kafanızı tutup sağa sola çevirerek istediği pozu almanızı sağlıyor. Sonra fotoğrafçının başı, siyah körüğün içinde tekrar kayboluyor. Sol el sehpaya sahip çıkarken sağ el makinenin kapağını havaya kaldırıyor. Aynı anda makineye bakmanızı istiyor. Kapağa ya da başka yere değil. Birden ona kadar sayarak fotoğrafın arabını çekmiştir. Artık sizinle işi yok. Asıl fotoğrafı araptan çekecek.


SÜPÜRGECİLİK…

Ev ekonomisinde temizlik aracı süpürgeydi. Günümüze oranla dünün sokaklarının toz toprağı boldu; yağışta çamur deryasına dönerdi. Süpürge çer-çöpü görüntüden kaldırsa da, dünün evi günlük temizlik yapmayı gerektiriyordu. Hemen her gün yerler nemlendirilir, ev süpürülür, etrafın tozu alınırdı.
Türkiye’de bu işin merkezi olan Edirne´ye özgü bir sanat ürünü olarak süpürge gelişen teknoloji karşısında temizlik aracı olarak önemini yitirmekte olup geleneksel bir sanat ürünü olarak değerini korumaktadır.Geçmişte "Süpürgeciler hanı" denen hanlarda oluşan küçük dükkanlarda süpürge üreten esnafı bugün bu yerlerde görememekteyiz. Gün geçtikçe de sayıları azalmaktadır.


Yardımcı kaynaklar…
Zonguldak Nostalji
zonguldaknostalji.com
Sosyal medya
Değişen kültürümüz