Değerli okurlarım, bir süre önce yine bu köşede, annemin 1970’li yıllarda Zonguldak- Karabük arasındaki bir tren yolculuğunun hikayesini kendi ağzından sizlerle paylaşmıştım. Bu öykü, sizlerin beğenisini kazanmıştı. Bu kez de, rahmetli babamla birlikte, 60 yıl kadar önce yaşadığımız bir yaşam kesitinin öyküsünü yine sizlerle paylaşmak istiyorum.

[*] [*] [*] [*]

8-10 yaşlarındaydım. O zamanlar köylerde nadasa bırakılanlar dışında ekilip-dikilmeyen arazi bırakılmazdı. Nadasa bırakılan tarlalar da sonbaharda yapılacak olan ekime hazırlamak için yazın başında aktarılırdı. Köylerde tarlaların bu sürülüp aktarılması işine “ferk” denirdi.
Bir sabah, sabanı-boyunduruğu katırımıza yükledik, öküzleri de önümüze katarak, babamla birlikte “ferk etmek” için, “Düzmeşeler” denilen yerdeki tarlanın yolunu tuttuk. Bir süre sonra yolda İsmail Üremez isimli tarla komşumuz ile karşılaştık. Eşeğine binmiş, vakitsiz bir zamanda, üzgün bir yüz hali ile köye dönüyordu. Babam, selamlaştıktan sonra, “İsmayıla hayrola, bu saatde neçün dönüyon; yoksa yolu mu şaşurdun?” diyerek laf attı. İsmail Üremez, “Öğ Memeda sorma ya, demürü gırduk. Öküzleri koyvedim (Sabandan bıraktım). Perşembe Pazarı’na (İğdir’e) demürü yapdumaya gideceyin” dedi.
Babam, “Öğ Düzmeşeler’de guşa atacak daş, sabana dakılacak yaş kök yok. Demür nasıl gırılu?” diye sordu. İsmail Ağa, “Üst başdaki yamaları gaç yıldu ekmeyaduk. Bıyıl ekelim dedük. Ekmeye, ekmeye, toprak daş gibi olmuş. Saban geçmeya. Zar zor yarım evlek oldu olmadı, saban ‘gitmeyan’ dedi. Bi bakdım demür gırılmış. Biraz da evvelden özrü varmış” dedi. Babam, “Ölecek garga, gırılacak dala gonarmış. Senin demürün de gırılacağı varmış. Sağlık olsun, başga sakatlık olmasın” gibi sözler söyledi. Sonra o köye, biz tarlaya devam ettik.
O gün, geç denecek bir vakitte tarlaya vardık. Babam, tarlanın alt başında bir yerde sabanı ve boyunduruğu katırdan indirdi. Yakındaki bir ağaca katırı bağladı, başına torbasını astı, ekmek (azık) torbasını, su kabını uygun bir yere koydu. Ben de öküzleri sabanın yanına yaklaştırdım. Öküzlerimizden birisi, danalık döneminden öküzlük dönemine yeni geçtiği için boyunduruğa (koşulmaya) acemiydi. (“Dövdürme” adı verilen ve hayvana çok acı veren bir işlemle, danaların yumurtalık bağlantıları, bu amaca uygun iki çıta parçası arasında sıkıştırılır ve tokmak darbeleri ile ezilerek, dana iğdiş edilir; öküz olma dönemine geçirilirdi. Geçmişte saraylardaki harem ağalarına da benzer işlemin uygulandığını sanıyorum!)
Babam, uçlarında “zelve” adı verilen ağaç çubukların olduğu boyunduruğu öküzlerin boynuna yerleştirdi. Bu sırada acemi olan öküzümüzün bulunduğu zelvelerin ucunda bağlama ipinin olmadığını (düşmüş olduğunu) gördü. Sağa-sola baktı yok. Ceplerinde ip aradı bulamadı. Etrafta isteyecek kimseyi de göremeyince, yakındaki çalılığa gitti, kendisini gizledi ve sonra elinde donundan çektiği anlaşılan beyaz bir ip (uçkur) ile döndü. O iple dananın zelvelerini de bağladı. (O yıllarda yetişkin her köylünün cebinden ip, çakı, bıçak gibi şeyler pek eksik olmazdı). Sonra ucuna demiri takılmış olan sabanı boyunduruğa bağlayarak ve tutağından tutarak sürüme hazır hale getirdi.
Bu sırada, ben de acemi olan öküzü, başına bağlı başlığı ile tutuyordum. Daha sonra da, koşuma alışkın öküze ayak uydurması için, yine başlığından tutarak önünde yürüyecektim. O gün benim asıl görevim buydu. Babamın bir elinde sabanın tutağı, diğer elinde “üvendire” adı verilen, alt ucunda sabanın çamurunu sıyırmak için “çemek” denilen metal kısım, üst ucunda ise (sivriltilmiş küçük çivi-nodul) bulunan uzunca çomak ile tarlanın sürmeye başlanacak noktasına geldik. Babam, sabanı başlangıç noktasına yerleştirdi. Öküzlere üvendire ile hafifçe dokundu ve “gah” diyerek işe başladı.
[*] [*] [*] [*]
BABAMIN KIZGINLIĞI, YAŞADIĞIMIZ AKSİLİKLER…

Ancak, acemi olan öküz, devamlı huysuzluk yapıyor, boynunu sağa-sola sallıyor, boyunduruktan kurtulmaya çalışıyor, önünde başlığını tutarak yürüyen beni de saymayarak ileri-geri ani hareketler yapıyor; bir türlü usta olan öküze ayak uyduramıyordu. Bu arada babamın sabanı çizgide tutması zorlaşıyor, uçkuru çıkarılmış donunun düşmesinin verdiği rahatsız edici durum da, herhalde, kızgınlığını daha da artırıyordu. Bu kızgınlığı, öküzün önünde iyi yürüyemediğim gerekçesiyle, ara sıra bana da hiddetle bağırmasına neden oluyordu.

Bu zor durumda, 5-10 çizgi kadar, zar-zor devam ettikten sonra, babam, “Oha” dedi ve öküzleri durdurdu. Bana yakındaki su kabını getirmemi söyledi. Koştum getirdim. Suyunu içtikten sonra, biraz durdu. Yakınımızdaki sürülmemiş bir tarlada otlamakta olan komşumuz İsmail Ağa’nın daha önce saban demiri kırıldığı için bıraktığı öküzlerine baktı, “La oğlum, goş şu Ismayıla’ nın öküzlerinden birini buraya getir” dedi. O, huysuzluk eden danayı boyunduruktan çözerken, ben de İsmail Ağa’nın, öküzlerinden bize yakın olanını sabanın yakınına getirdim. Babam kulağından tuttu, bizim dananın yerine onu boyunduruğa bağladı (goşdu).

İsmail Ağa’nın öküzü iyi-kötü bizim öküze uyum sağladı ise de, babamın sık sık yukarı çekmek zorunda kaldığı pantolonundan kaynaklanan rahatsızlığı devam ediyordu. Bu arada, İsmail Ağa’nın öküzünde ani bir huzursuzluk belirdi. Önce kuyruğunu havaya kaldırdı, gözleri açıldı, bakışları kızgınlaştı. Sağa-sola kafasını salladı, sonra aniden, arkasında sabanı da sürüyerek koşmaya başladı ise de boyunduruğun diğer ucunun bizim öküze bağlı olması ve arkasındaki sabanın zorlaması ile fazla gidemeden durdu.
Öküzü “büğelek” tutmuştu. Yaz sıcaklarının başlangıç günlerinde, “büğelek” adı verilen at sineği gibi irice bir sinek, büyükbaş hayvanları ısırarak canını acıtırdı. Hayvanlar da can havliyle, kuyruğu havada, sağa-sola koşarlardı. Buna köylerde “büğelek (çızık) tutması” denirdi. Babam kendinden uzaklaşan sabanın arkasından koşarak geldi, öküzün sırtındaki büğelek sineğini gördü ve şapkasının tersi ile vurarak öldürdü ise de hayvanın huzursuzluğu yine devam ediyordu.
Babam bana dönerek, “La oğlum, bugün buralarda bi uğursuzluk va. İsmayıla demürü gırdı. Biz de sabanı gıracayuz, bi sakatlık yapacayuz; bırakalım” dedi. Sabanı uygun bir konuma getirdi. Öküzleri boyunduruktan çözdü ve İsmail Ağa gibi o da otlamaya bıraktı. Sonra kayışı sabandan çözüp omzuna attı, birlikte katırın bağlı olduğu ağacın yanına geldik. Yemek ve su kabını koyduğumuz yerden aldık. Babam önde, ben arkasında katıra bindik. Öğlen olmadan, erkenden biz de köye döndük.
[*] [*] [*] [*]
İSMAİL AĞA’NIN ÖKÜZÜNÜN KURNAZLIĞI!

Köyde, caminin önünde, aralarında “Topal Zühtü, Hopbili, Deli Guruş, Guru İzet” gibi komşularımızın da olduğunu hatırlayabildiğim, namaz vaktini bekleyen, beş-altı kişi oturuyordu. Babam katırdan indi, beni de indirdi. Selam verip yanlarına çömeldi.

Ben az ileride katırın başlığı elimde beklerken “Hopbili” lakaplı komşumuz, babama, “Memeda, hayırola, fergi erken bırakmışsın” dedi. Babam ,“Öğ sorma, böğün Düzmeşeler’e kimsenin yolu düşmesin. Uralarda bi uğursuzluk va. Ismayıla daşsuz, yaşsuz tarlada demürü gırdı, ben de az galsın bi sakatlık edeceyidim. Dana acamalık etti, doğru gitmedi, az galsın öğünde yürüyen uşağı da ezeceyidi. Bakdım olmayıcak, dananın yerine Ismayıla’nın öküzünü goşdum. Onu da büğelek dutdu. Sabanı boyunduruğu aldı gitti. Zor zapdetdim. Nedelim, ben de goyvedim” dedi.
“Deli Guruş” lakaplı komşumuz, “Öğ Memeda, Ismayıla’nın öküzleri, gendüsü gibi akıllıdu, angaryaya (karşılıksız, zorla çalıştırmaya) gelmez. Senin yabancı olduğunu ağnamışdu. Boyunduruktan gurtulmak üçün büğelek numarası yapmışdu” dedi.
Babam da, “La, sayi, oğlan sabanın yanına zor götüdü. Boyunduruğa bağlarkan da kötü kötü bakıyadu! Galebe Ismayıla öküzleri öğretmiş!” dedi. Gülüştüler. Kendisi namaz için orada kalırken, bana katırı eve götürmemi söyledi. Eve geldim. Annem merakla, “Bıbağ nerde? Neçün erken geldigiz?” diye sordu. Ben de ona olanları anlattım. Annem, “İyi gine bi sakatlık olmamış, Dutla dibine akıya... Unları silkerüz, bekmez ederüz ” dedi ve zamansız dönüşümüzün daha olumsuz bir durumdan dolayı olmadığına sevindi.
[*] [*] [*] [*]
Sözün özü, öykümüzde olduğu gibi, usta bir öküzün yanında yeterince deneyim kazanamamış, henüz öküzlüğü öğrenememiş acemi danaların, hemen yüke koşulmasının yanlışlığının iyi bir örneği olsa gerek! Eğer koşulurlarsa, ya sabanı-boyunduruğu kırarlar, ya koşanlara ya da, kendilerine zarar verebilirler.
[*] [*] [*] [*]
Değerli okurlarım, yukarıda sizlerle paylaştığım, bu öykünün, acemiliğin-ustalığın söz konusu olduğu her ortamda geçerli olabileceğini söylemek mümkün olsa da, özellikle, amacını aşan aktüel olaylar için yorumlanmamasını dilerim.
[*] [*] [*] [*]

Not: Öyküde konuşulan şive, Karabük, Safranbolu, Kastamonu yöresinde, kırsal kesimdeki konuşma şeklidir.