Değerli okurlarım; 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında, yaşatılmakta olan siyasi olumsuzluklar ve kemirgen yaratıkların üzücü can yakışları sürerken, bizlere geçmiş devirlerden ve dönemlerden kalan değerlerimizin korunması ile ilgili bu yazımı inşallah okunmaya, ilgiye değer bulursunuz.



Bilindiği üzere, her alanda, geçmişten günümüze ulaşan tarihi, kültürel ve sanatsal değerler, ait oldukları devirleri ve dönemleri anlamada, anlatmada ve daha sonraki nesillere aktarmada büyük önem ve değer taşırlar.


Bu değerlerin, üretilmesinde ve yaşatılmasında, toplumların ve bireylerin başta ekonomik durumları olmak üzere, sosyal ve kültürel gelişmişlikleri ve siyasi faktörler önemli rol oynar ve hem üretenlerin hem de yaşatanların uygarlık düzeylerini de yansıtır.


Bu değerlerden sanat ve kültür değeri olan ve geçmişten günümüze ulaşan mabet, han, hamam, okul, şifahane çeşme, yol, köprü gibi kamusal yapılar, saraylar, mesken yapıları toplumların yaşadıkları coğrafyalara vurdukları birer mühür niteliğindedir. Toplumların o coğrafyaları yurt yapmalarının izlerini ve kanıtlarını oluşturur.


Örneğin 5-6 yüzyıl vatan yaptığımız Balkan coğrafyasında, günümüze çok azı ulaşmış olan bu tür kalıcı tarihi eserlerimiz ve diğer kültürel değerlerimiz olmasaydı, bu coğrafyaların bir zamanlar yurdumuz olduğunu, ancak sadece tarih sayfalarından öğrenebilecektik.

Halen yaşamakta olduğumuz bu yerlerin, bir zamanlar başkalarının da yurtları olduğunu, onlardan kalan bu tür kalıcı eserler ve kültürel izler bizlere hatırlatmaktadır.



Günümüzde beton, betonarme, metal gibi yapay malzemelerden yapılmış olan sıradan evlerin, apartmanların ve hatta sanat değeri olduğu söylenen yapıların; üretilen birçok kültürel ürünlerin pek çoğunun, bırakalım yüzyıllar sonrasını, 100-150 yıl sonrasına bile ulaşabileceğini, izler bırakabileceğini söylemek zordur.

Bu noktada, bireylerin ve toplumların uygarlık düzeyinin göstergesi olan bir başka korunması gereken değerler gurubunun da çevre ve doğal zenginliklerimiz ile ilgili olanlar olduğu unutulmamalıdır.


(Almanya’daki çocuklarını ziyaretten dönen teyzenin, Almanya’yı “Gokusuz çiçekle, yağsuz yemekle, uşaksuz sokakla, kesilmeyen sula, elektirile; yemyeşil dağla, daşla, parkla, bahcele, susuz, emme tertemüz kenefle, uşakla gibi bakılan kedile, köpekle vb.” sözlerle anlatması boşuna değildir.)



Bursa’da, Antalya’da, Mersin’de, Sakarya’da, Düzce’de ve toprak rantının olduğu her yerde, kayalıklarla, fundalıklarla kaplı dağ yamaçları, “orman” ya da “orman toprağıdır” diyerek korunduğu bilinmektedir.


Buna karşılık, canım ovaların tarım topraklarının beton yığınları ve tesislerle doldurulması; taşkömürü havzasında, altında 100-150 milyon ton görünür kömür varlığı olan alanların ve heyelanlı bölgelerin iskana açılarak, üzerlerine 10-15 katlı apartmanların yapılması da, müstemleke ülkelerde bile görülemeyecek kötü yönetim ve kötü koruma örnekleridir.


Günümüzde bizler gibi, 60 yaş üstü olanlarımızın elinde, evinde, bugün büyük babalarından ve büyük annelerinden kalma, folklorik, etnografik değeri olan ya da olmayan, geçmişe ait bir şeyler olanların sayısının yok denecek kadar az olması da üzücü bir durumdur.


Ülkemizin en eski madencilik ve sanayi kenti olan Zonguldak’ta, bir madencilik (ve teknoloji!) müzesinin kurulması bile pek çok müzelik nesnenin elde, sadece fotoğrafları kaldıktan, belgeler SEKA’ya ya da sobaya gönderildikten; geçmişe ait aletler ve araçlar, hurdalığa, oradan da fırınlara eritilmeye gittikten sonra, ancak bu günlerde gerçekleştirilebiliyor olması da koruma konusundaki ilgisizliğin bir göstergesidir. (İnşallah, çok geç kalınmış olsa da, Karabük’te de buna benzer bir ‘Ağır Sanayi Müzesi’ kurulur!)


(Bu arada, 37 yıllık tüm emeklerinin üzeri çizilen bu satırların yazarının gayretleri ile fırınlarda eritilip masalara isimlik yapılmaktan kurtarılan, çoğu 100-110 yaşında olan, maden topoğrafyası ölçme aletleri, harita ve planları ile üniversitemizde oluşturulan “Maden Topoğrafyası Müzesi”nin kurulması ile ilgili, halen Pusula’nın internet sayfasında yer almakta olan yazımızı da ilgilerinize arz ederim!)


Burada tarihi ve kültürel değerlerimize sahip çıkma ve koruma konusunda görüp yaşadığım, birisi bireysel, diğeri kamusal-kurumsal olan iki örneği sizlerle paylaşmak istiyorum.


BOŞALAN SANDIKLAR, PLASTİKLERİ İLE DEĞİŞTİRİLEN ESKİ KAP-KACAKLAR!


Çoklarımızın hatırlayacağı üzere, 40-50 yıl öncesine kadar, köyde, kasabada, her evde analarımızın ve büyük analarımızın, üzerleri renkli tenekelerden yapılmış bitki ve hayvan motifleri, kesik küre başlıklı süs çivileri ve küçük dairesel aynalarla süslenmiş tahta sandıkları olurdu. Bu sandıklara “gelin sandığı” da denirdi.



Her daim kilitli olan bu sandıklara, sahibinin bohçalar içinde sakladığı, gelinlik urbaları, düğünlerde-bayramlarda giydiği dış ve iç giysileri, kunduraları gibi, kendisinin ve eşinin saklamaya değer gördükleri kişisel eşyaları konurdu.


Sandıkların bir ya da iki yanında, genelde, çıkınlar içinde saklanan takı, para, koku, kına gibi değerli şeylerin konulduğu, bir veya iki küçük gözü de olurdu.


Bu sandıklarının içindekileri, sahibinin kendisine çok yakın gördükleri dışında kimsenin (özellikle de kaynanalarının!) görmesi istenmez, herkesin yanında pek açılmazdı.


İleri yaşlarda da, bu sandıklara, yine özel bohçası içinde, “altım-üstüm” dedikleri defin için gerekli olan şeyler konurdu.

O yaşıma kadar dünyada en çok sevdiğim insan olan büyük (baba) annem, ben İstanbul’da öğrenci olduğum 1965 yılında, 70 yaşlarında rahmetli olmuştu. Kaybını yarıyıl tatiline geldiğimde öğrenmiştim ve tatilim üzüntü içinde geçmişti.



Kendisinin de yukarıda anlatılan şekilde, büyükçe bir sandığı vardı. Sandığı, bohçalar içinde sakladığı gelinlik ve gençlik döneminden kalma, en az 50-60 yıllık giysileri ve diğer saklamaya değer bulduğu eşyaları ile doluydu. Zaman, zaman baş başa kaldığımızda sandığı açar, nenin nerede olduğunu gösterir ve onları, evlendiğimde hanımıma vermemi isterdi.


Büyük annemin sandığında sakladığı o 50-60 (şimdilerde olsaydı 90-100) yıl öncesine ait olan giysileri, değerli eşyaları, o öldükten sonra ne mi oldu?


Annemin, zamanının moda giysisi olan “üç etek” adı verilen entarilerden ve el dikişi fistanlardan yorgan, yastık yüzü; bazılarından da, o yıllar yaygın olan çul kilim yaptırmış olduğunu; babamın da “Mecidiye” adı verilen gümüş paraları, gümüş işlemeli kemeri gibi değerli eşyalarını da Safranbolu’da sattığını öğrenmiş ve çok üzülmüştüm. (Bu günlere ulaşmış olsaydı, herhalde, benim de çocuklarıma bırakacağım en değerli miras olurdu!)


Ailem, annemin, içi çoktan boşalmış olan gelin sandığına, babamın inşaat takımları vs.’yi koyarak, birkaç kat yatak-yorgan, bakır kap-kacak, tava-tencere gibi şeyler ile bir inek ve birkaç tavuğu da alarak, 1960’lı yılların ortasında, şehre (Karabük’e) göçmüştü!

Annem, bir süre sonra, köyden gelen, bazıları işlemeli, güzelim bakır mıhlama tabaklarını, tencereleri, tavaları da alüminyum ve plastik olanlarıyla değiştirmiş ve artık evimizde, köydeki döneme ait hiçbir şey kalmamıştı.



Böyle yapanlar sadece benim annem-babam değildi! Köyde kalan, kalmayıp kente göçen herkes böyle yapıyordu. Bu yüzden, de şimdilerde, 40-50 yıl öncesine ait bile, maddi-manevi değeri olan bir nesneyi ancak müzelerde ve meraklıların koleksiyonlarında görebiliyoruz.


Bu durumlar da, aslında derin olan kültürümüzün kaybına, köklerimizin, sığlaşmasına neden olmaktadır. (Bilindiği üzere kökleri sığ-yüzeye yakın olan ağaçların devrilmesi de kolay olur!)


KENDİNİ KORUYAN KENTİN KISA ÖYKÜS܅


Koruma ile ilgili değineceğim ikinci örnek, kurumsal koruma ile ilgilidir ve “Kendini Koruyan Kent” olarak tanıtılan Safranbolu örneğidir.


Bilindiği üzere, 1930’lu yılların sonlarında Karabük Demir- Çelik Fabrikaları açılmıştı. Fabrikanın açıldığı yıllarda, Safranbolu, 6-7 bin nüfuslu, bölgesinin ticaret merkezi olan, Kastamonu’ya bağlı önemli bir ilçeydi. “Karabük” denilen yer ise, Safranbolu’ya bağlı 13 haneli bir köydü.



Karabük köyünün adı önce, 1934 yılında bölgeye ulaşan demiryolu hattı üzerinde oluşturulan tren istasyonuna, sonra da demir-çelik fabrikasının kurulması ile oluşmakta olan yeni yerleşim alanına verilmişti.

(İstasyona “Safranbolu” adı verilmek istenmiş ise de, istasyonun bakım ve temizliğinin kendilerinden istenmesi ve ileride bunun yeterince sağlanamayacağı endişesiyle, Safranbolulular bunu istememişlerdi.)


1940’lı, 50’li yıllarda, fabrikadan kaynaklanan ekonomik ve sosyal güç; demir ve karayolu ulaşımının da sağlanmasıyla Karabük hızla gelişirken Safranbolu-Karabük’ün gölgesinde kalmıştır. Halk bu gelişmeden etkilenmiş, her bakımdan Karabük’e yönelmiş, endüstri ve modern hayat ile tanışmıştır.



Karabük’teki bu ekonomik ve sosyal gelişmeler, özellikle, Safranbolu’nun konaklarında oturan hali-vakti yerinde olan ailelerin hanımlarını daha fazla etkilemiştir.


Bu etkileme sonucunda kocalarına, “Adam, Garabük’ün hanımları, bacasuz (kaloriferli!) evlerde, apartumanlarda otureyken, ben dışı seni, içi beni yakan; ısınmayan, içinde yeller esen; temüzlüğüne, bakımına güç-guvvet yetmeyen bu sıçan yuvası evde oturman! Nedceyüz, edceyüz bu evi satceyüz. Garabük’e, Istambul’a gidceyüz. Apartumanda oturceyüz” diyerekten baskılar uygulamaya başladılar.


Cepleri “şişük-paralı”, (laf aramızda, çoğu kılıbık da olan!) kocalar, bu baskılara ve Safranbolu’da yaşanan ekonomik gerilemeye fazla dayanamadılar.


Sadece “selamlık” denilen odalarının süslemeli tavan göbeğini, bir ustanın altı ay-bir yılda yapmış olduğu (!) ahşap konakları, Safranbolu’nun köylerinden ve diğer ilçe ve illerden gelen demir-çelik fabrikası işçilerine ucuz, pahalı satmaya ve Safranbolu’yu terk etmeye başladılar.


Kabuğuna çekilmiş, eski önemini yitirmiş Safranbolu’da; konakların ekonomik gücü zayıf, çoğu köylerden gelen fabrika işçileri olan bu yeni sahipleri de;

Konakları birçok bağımsız bölümlere ayırıp, köylerden yeni gelenlere kiralayarak, ( Bu kiralamalarda, bazı konaklara 10-15 elektrik sayacının takıldığı durumların olduğu söylenir!)
Sağına-soluna küçük ilaveler yaparak, asri (İspanyol) pencereler açarak,
Ahırlarında inek, eşek besleyip; bahçesinde sebze yetiştirerek,


eski pırıltısı sönmüş kasabadaki, yer, yer sıvaları dökülmüş, badanası bozulmuş, havuzlarının suları kesilmiş konaklarda, yarı köylü-yarı şehirli yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar.



Onlar da bu köhne evleri yıkıp yerlerine, Karabük’teki ve başka yerlerdeki gibi, geniş pencereli, balkonlu betondan ve tuğladan yeni evler yapmayı çok isteseler de ekonomik güçleri buna elvermediği için yapamıyorlardı.


Safranbolu ve konaklarındaki bu sönük yaşam 1970’lerin başına kadar sürmüştür.


SAFRANBOLU’NUN KEŞFİ!


1970’li yılların ilk yarısında Safranbolu’nun kaderini etkileyen, dört önemli gelişmeden söz edilebilir. Bu gelişmeler;


Safranbolu’da kamu binalarının restorasyonlarına başlanılması,
Değerli yönetmen Süha Arın’nın ünlü “Safranbolu’da Zaman” belgeselini yapması,
İstanbul Teknik Üniversitesi profesörlerinden merhum Doğan Kuban ve ekibinin Safranbolu’nun mimarlık değerlerini ile ilgili yapmış olduğu değerli çalışmalar ve belki de en önemlisi,
1974-1980 yılları arasında Kızıltan Ulukavak gibi Safranbolu’nun yetiştirdiği çok değerli bir yöneticinin Safranbolu Belediye Başkanı olarak görev yapmış olmasıdır.



Bu gelişmeler, Safranbolu’nun sahip olduğu mimari ve diğer tarihi ve kültürel değerlerinin yurt içinde ve dışında tanınmasını, halkada da bu değerlerin korunması bilincinin oluşmasını sağlamıştır. Safranbolu adeta yeniden keşfedilmiştir.


SAFRANBOLU’NUN YILDIZININ PARLAMASI…


1970’li yılların başından itibaren Safranbolu’nun yıldızı parlamaya başlarken, Karabük’te pırıltının kaynağı olan yüksek fırınların bacaları (normalin 3-4 katı boyutunda aşırı istihdamlar ve çalışana-çalışmayana verilen yüksek seyyanen zamlar nedeniyle!) hiç iyi tütmüyordu, Karabük çöküyordu.



1980’li yıllarda, halk da koruma bilincinin gelişmesi ve Karabük’ün endüstri ve ticaret elitlerinin Safranbolu’ya yönelmesiyle, bir zamanlar yok pahasına elden çıkarılan konaklar ve elde kalanlar değer kazanmış, yeni alıcılar bulmaya başlamıştır.


1990’larda halkın turizm ile de tanışması ve 1994 yılında Safranbolu’nun “UNESCO Dünya Mirası Kent” unvanını almasıyla bu koruma (restorasyon) faaliyetleri ve değer kazanımları daha da hızlanmıştır.

Konakların ve (mübadele ile giden Rumlardan kalma kagir) evlerin, bu gelişmelere ayak uyduramayan (sit alanı olduğu için yıkamayan, kafasına göre tamiratlar da yapamayan) ekonomik gücü zayıf olan, köyden göçme ikinci sahipleri, bu kez bu köhne, bakımsız yapıları, hali vakti yerinde olan yerli-yabancı varlıklı kişilere ve kurumlara satıyorlardı.



1990’lı yıllarda ve sonrasında belediye ve diğer kamu kurumları, gerekli kamusal korumalar ve altyapı hizmetleri konusunda mümkün olanları hızla gerçekleştirirken, sit alanı içinde kalan konakların ve diğer tarihi yapıların girişimci ve varlıklı yeni-eski sahipleri de bu mekanları otel, pansiyon, kafe gibi ticari ve mesken amaçlı kullanımlar için hızla restorasyonlarını gerçekleştiriyorlardı.


Bu sayede de kentin tüm köhne, bakımsız, çoğu yıkılmak üzere olan, fare yuvası haline gelen konakları ve tarihi yapıları, günümüz ihtiyaçlarına da uygun şekilde turizme ve kente bir, bir kazandırıldı ve halen de kazandırılmaya devam ediliyor, bu sayede, kent de kendini koruyan kent oluyordu!


Safranbolu gibi, bölgemizin ve ülkemizin korunması, yıldızının parlaması için, Kızıltan Ulukavak gibi belediye başkanlarımızın ve siyasetçilerimizin, Süha Arın gibi değerli yönetmenlerimizin, Prof. Doğan Kuban gibi çevresine ışık saçan gerçek bilim adamlarımızın sayılarının artması dileklerimle... ()



() Daha fazla bilgi için; Safranbolu’da Bir Zaman; Bir Başkan…, Kızıltan Ulukavak; Safranbolu’da Koruma. Y. Mimar İ. Canbutay ve diğerleri