70'lerin başlarında mutfaklarda asıl sorun olan yiyecek tavuktu. Şimdiki gibi tavuk çiftlikleri, kesilmiş, yolunmuş, parçalara ayrılmış ve gayet iyi paketlenmiş tavuklar yoktu. Canlı alınması, kestirilmesi, yolunması, ateşe tutarak üzerindeki tüy artıklarının tütsülenmesi gerekirdi. Bütün bu zahmet tavuğu misafirlerin gözünde en kıymetli yiyecek yapıyordu. Bir misafire tavuk pişirmek, biraz da "sizin için nelere katlandık, görün" demekti. Yeni damatlar misafir edilirken, kız evi tarafından "damat geldi tavuk kes..." esprisi ile ikram yapılırdı.

Bahçeli evlerde genelde kümes bulunmasına karşın, dışarıdan iki şekilde tavuk alınırdı. Ya mahallenin kasabına sipariş edilir, ya da pazardan canlı satın alınırdı. Kasaplar her zaman kesilmiş tavuk bulundurmayı göze alamazlardı. Tavuk ete göre çok daha çabuk bozulur, üstelik bozuk tavuk yiyeni zehirlerdi. İkide bir elektriklerin kesildiği, kesilen elektriğin ne zaman geleceğinin belli olmadığı yıllardı, ancak riske girmeyi göze alan, çarşı içindeki büyük kasaplarda kesilmiş ama yolunmamış tavuk bulunur, mahalle kasaplara ise sipariş olursa tavuk getirtip keserlerdi. Kasapların tavukları pazara göre biraz daha pahalı olurdu. Bunca zahmetli olmasına rağmen, her evde arada bir tavuk pişirilir, tamamen doğal yemlerle beslendikleri için çok lezzetli olan tavuğu sevmeyene pek rastlanmazdı. Pazarlarda ayaklarından birbirlerine bağlanmış canlı tavuklar satılırdı.

Tavuğu kestirmek bir dertti. Bazı babaların elinden bu iş gelirdi. Hatta öyle ki, bir gün gelip de market raflarında en bol ve kolay bulunacak şeyin tavuk eti olacağını asla tahmin edemedikleri için, kan görmeye dayanamayan oğullarına tavuk kesmeyi öğretmeye kalkarlar, bu vahşi eylemi görmek istemeyen çocuklarıyla tartışırlardı.
Yemeğe başlamadan önce çocuklara mutlaka "ellerini yıkadın mı?" diye sorulurdu. Yoksunluk yılları olsa da, temizliğe önem verilirdi. Hala yürürlükte olması gereken terbiyeye göre herkes oturmadan ve ailenin en büyüğü ilk lokmasını almadan yemeğe başlanmazdı. Adab-ı muaşeret kurallarını öğreten kitapların satıldığı yıllarda, görgülü ailelerde yemeği yapana mutlaka "eline sağlık", yemek bitince birbirine "afiyet olsun" denirdi. Günümüzden farklı olarak, o yılların yemek yeme terbiyesine göre, çocuklu masalarda uzun uzun gevezelik etmek, sürekli konuşmak doğru bulunmazdı. Hatta yaşlı ve tutucu büyükler konuşan çocukları sertçe "yemekte konuşulmaz" diyerek uyarırlardı.
Evde tavuk piştiği zaman lades tutuşmamak olmazdı. Tavuk pişirilirken lades kemiği kırılmasın diye göğüs eti ortasından kesilmez, kemiğin sağlam kalmasına dikkat edilirdi. Tavuk parçalanıp dağıtılırken lades kemiği ayrılır, yemekten sonra veya yemek sırasında iki kişi lades tutuşurdu. Kemiğin iki ucu iki kişi tarafından tutulur, "nesine?" diye sorulur, gömleğine, dondurmasına, kitabına, o sırada ne isteniyorsa ona lades tutuşulurdu. Tutuşanlar bu ince kemiği kendilerine doğru çekerler ve kemik kırılırdı. Lades tutuşanlardan uyanık olanı hemen elindeki kemiği karşı tarafa uzatır, "bak bakalım hangimizinki daha uzun?" diye sorar, kaşı taraf safsa kemiği alır, veren "lades!" diye bağırırdı, böylece oyun daha başlamadan biterdi.

Tavuk lezzetli bir yemekti, ama sorunluydu da. Çünkü her tavuğun iki budu, her sofrada da butta gözü olan ikiden fazla kişi olurdu. Genellikle ailenin yükünü, cefasını çeken anneler boyun ve kanatla idare ederler, boyun kemiğini uzun uzun kemirirlerken, tavuğun en lezzetli yerinin boynu olduğunu iddia ederlerdi.

Kaynak: Ayfer Tunç
Alıntı: Yüksel Yıldırım

Editör: Pusula Gazetesi