SATICILAR...

Eski sokak satıcıları, günün ilk ışıklarıyla başlayarak, akşamın ilerleyen saatlerine kadar, muntazam aralıklarla cadde-sokaklarda geçişlerini sürdüren insanlardı. Sabah erken saatlerde mesaiye başlayanlar, yetişkinlere hitap eder, öğleden sonraki grup ise, çocuklara yönelik ürünler satarlardı.

DESTANCILAR...

Çocukken hayal-meyal hatırlıyorum, babamla çarşıda dolaşırken, Fevkani Köprüsü üzerinde bir kalabalık gördük, merak ya! Babamla gidip biraz seyrettik, adamın biri, boynuna radyo-kasetçalar asmış, düşük seste yanık bir müzik çalıyor, elindede padişah fermanı gibi tuttuğu bir kağıt, müziğin ahengine uyarak bir şeyler okuyor, ne olduğunu pek anlayamadım, babama sordum, "Bu adam ne yapıyor?" diye... "Destancı" dedi. Tabii sonradan öğrendim,"Destancı" denilen bu kişilerin bütün şehirlerde işlenen cinayetleri, aile facialarını kayda değer olayları şiir haline getirir, matbaada bastırır, il-il, sokak-sokak dolaşıp hem kağıtta yazılı şiiri fon müziği eşliğinde bağıra bağıra okuyan, hem de bu kağıtları onu dinleyen kalabalığa satan kişilere denildiğini... Destancıların mazisi çok daha eskilere dayanıyor, iletişimin tamamen posta ile yapıldığı yıllar, bir haberin bir-iki hafta sonra duyulduğu yıllar...

ESKİCİLER...

Ya eskiciler, "nayloncular" da denirdi onlara... Mahalle mahalle dolaşıp kap-kacak satarlardı, mahalle aralarında yaya veya seyyar satıcı arabası ile; leğen, kova, mandal ve plastikten mamul daha bir sürü ürünü satan ya da eski giyim eşyaları ile takas eden esnaftı onlar... Nedense arabaları tepeleme doludur, ama mallar o kadar itinalı yerleştirilmiştir ki, hiç devrilmezdi. "Araba" demişken, Fevkani Köprüsü'nün Acılık, Soğuksu, İstasyon ve Gazipaşa Caddesi'nde olan ayakları biraz diktir. Elle itilen üç tekerlekli pazarcı ve satıcı arabalarının güzergahı bu rampalar olduğu için, çıkarken satıcılar arabalarını itmekte zorlanırlardı. Ben de bu durumda olanlara iteklemede yardım etmeyi kendime görev bilmiştim. Aynı şekilde bu dik bayırlardan arabaları indirmek içinde tekerlekle dingil arasına tahta takoz sıkıştırırlar, fren görevi görerek inmesini de sağlarlardı. Tabii bende destek vererek, işlerini kolaylaştırmaya çalışırdım. Tekrar eskicilere dönersek, "eskici" dediğimiz bu satıcılar, müşterileriyle öyle güzel pazarlık ederlerdiki, on adet ağaç çamaşır mandalına karşılık bütün eskileri almayı becerirlerdi.

Çocukluğumda bende bir şeyler sattım. Toptan aldığımız Mabelçikletlerini çarşı-sokak dolaşarak satmaya çalışırdım. Kendim de çok severdim şekerli Arap kızı sakızını, farkında olmadan açar, çiğnerdim, o yüzden sermayeyi kediye yükledik, fazla sürdüremedim o işi. Futbol maçlarında seyircilerin oturması için gazete kağıdı ve bardakla su da sattım. En güzeli ise, kendi yaptığım fırıldakları çocuk bahçelerinde satmaktı. O zamanlar babamın tek maaşı yetiyordu, geçinmemize... Ancak içimizden gelirdi, para kazanmak. Mahallenin çocukları olarak keyif alırdık, bu küçük yaştaki ticaretten... Yarışırdık birbirimizle, "ben daha fazla sattım, sen daha az sattın" tatlı rekabetlerimizle...

Okul önlerinde, çarşıda, cadde ve sokaklarda belli başlı noktalarda sabit satıcılar vardı: Lahmacuncu, dondurmacı, limonata ve sucu, çekirdekçi, baloncu, pamuk helva ve helvacı, simitçi, köfte ekmekçi, kapı kapı dolaşan sütçü, üç tekerlekli arabasıyla gezen sebzeci, yoğurtçu, bozacı, şıracı... O unutulmaz tatlar dün gibi hafızamızda...

[*] [*] [*] [*]
KÜFECİLER...

Küfeciler vardı... Pazar alışverişini yapan anne ve babalarımız, sebze-meyveleri ufak bir bahşiş karşılığı bekleyen küfecilere taşıtırlardı. Düşünüyorum da, o yıllardaki alım gücüne bakar mısınız? Tek işçi maaşıyla geçinen bir aile, bir sepet pazar malzemesini satın alabildiği gibi, taşıtmak için küfeci tutuyor, nereden nereye gelmişiz! Bu arada eskiden, anne-babaların, derslerine iyi çalışmazlarsa çocuklarının ileride yapmak zorunda kalacakları işle ilgili tehditkar tahminleri olan "küfecilik" mesleğini hatırlatmadan geçmemek lazım. Bunun yerini bir ara "kaldırım mühendisi"almıştı sanırım... Şimdi ne diyorlar, bilmiyorum.

MACUNCU VE PAMUK HELVACILAR...

"Macuncu"ları, macuncu amcaları unutmak mümkün mü? Farklı renklerde olmalarına rağmen nedense hepsi aynı tatta olan, 5-6 çeşit macunu yerleştirdikleri hazneli tepsiye üzeri cam kapaklı olmasına rağmen, çoğunlukla açık tutulan küçük tezgahları, domates sandıklarından bıçakla hazırladıkları macun çubukları ve kalın saplı tornavida ile çubuklara sardıkları macunları, okul önlerini ve mahalleleri gezip daha McDonalds, BurgerKing, Pizza gibi tatlarla tanışmamış, gazozu bile sinemadan sinemaya içen zamanın neslini mutlu etmesini bilen nostaljik şahsiyetlerdi, o amcalar...Pamuk helvacı da, çocukların ilgisini çeken satıcılardandı. Sürdükleri üç tekerlekli, camekanlı el arabalarının içindeki mekanizmalar, dökülen şekeri pamuk haline getirirdi. Bazen de boya kattıkları için renkli görüntüler meydana gelirdi. Camekanın kenarında taşıdığı çubuklara, pamuk helvayı dolayarak, çocuklara verirdi. Yemesi çocukların çok hoşuna gitse de, yüzlerine-gözlerine bulaşan şeker, toz-toprağın da yapışmasıyla onları çok kirletirdi, bu nedenle anneler biraz şikayetçi olurlardı...

LAHMACUNCULAR...

Lahmacun ve o nostaljik lahmacun sandıklarını da hatırlatmadan geçmek istemiyorum. İnanın şimdi en usta ve en ünlü lahmacuncular da bile o tadı alamıyorum. Acaba yuvarlak hatlı iki kapaklı ahşaptan olan sandıktan mı kaynaklanıyor, yoksa malzemeden hiç kısıtlamayan satıcısından mı, bilmiyorum. Soğanı, kıyması, baharatı ve kağıt gibi pidesi ile büyük bir tat ve keyif verirdi...

KALAYCILAR...

Evlerimizde kap-kacaklarımız, bakraçlarımız, tencere, tepsi, sahan, leğen bakırdandı. Gel zaman, git zaman kalaylanır, yenilenirlerdi. Kalaycılar, mahalle mahalle gezer, evlerden topladıkları kalaylanacak kap-kacakları mahallenin uygun bir yerine çöreklendikten sonra hazırlıklara başlarlardı. Önce hepsi birer birer gözden geçirilir; eziği, yamuğu örste topuz başlı çekiç ile dövülerek, eski haline biraz olsun getirilirdi.
Kalaycı, bir kalem çırayı, cebinden çıkarttığı çakmak taşlı, fitilli çakmağıyla bir kaç kez arka arkaya çaktıktan sonra, isli ve ağır gazyağı kokan aleviyle ancak yakabilirdi. Ardından insan gücüyle çevrilip döndürülen pervaneli hava üfleyicisinin yardımıyla, bir eliyle "gıırrr, gııır" diye ses çıkaran hava üfleyicinin kolunu çevirirken, diğer eliyle odun kömürünü azar azar ateşe vererek harlar, kor hale getirirdi. Alevde ısıttığı kap-kacakların eski kalayını üzerlerinden eriterek, o kor ateşin yanına dökerdi. Kalayından ve pis yağlarından arınmış olanları, ince kumla içini-dışını iyice ovarak temizler, yıkar, kalaylamaya hazırlardı. Sıra kalaylamaya geldiğinde, ateşte ısıttığı kaba, yanındaki eğri-büğrü küçük teneke kutusundan aldığı bir tutam nişadırı, yemeğe tuz serper gibi üstüne serper, "poofff"diye çıkan ince ince uçuşan kıvılcımlar ve mavi grimsi dumanlar arasında, galyana gelir, bağırırdı birden:"Kalayciiii... Kalayciii..." Büklüm büklüm kalay çubuğundan koparttığı parçayı üzerine sürer, eritirdi. Küllerden ve isten simsiyah olmuş uzun saplı çelik pensesiyle bakır kabı kenarından kavrar, kor ateşin üzerinde kendine has tekniğiyle evirir, çevirir, döndürür, kalaylardı. Çoğu zaman hoş şivesiyle, yanık yanık türküler, şarkılar dökülürdü ağzından:
Karakaş gözlerin elmas,
Bu güzellik sende de kalmaz,
Pişman olun kimseler almaz,
Annene bak gör halini,
Gel güzelim beni yakma,
Seni seven kalbi yıkma,
Allah'ın emrinden çıkma,
Öldürücü gözle bakma...
Diğer elindeki bir tomak pamukla, erimiş kalayı yedire yedire sıvazlardı kabın üzerinde... Her seferinde pırıltısına hayran kaldığım tertemiz tencereler, bakraçlar, sahanlar çıkardı ortaya...
Ben çoğu zaman, mahallemize geldiğinde, o kalaycı Yusuf Amcanın yanında olur, hava üfleyicisinin kolunu "gııır, gıııır" diye çevirir, siren sesi çıkartan bu hava üfleyicisiyle ona yardım ederdim. Makina kullanır gibi hoşuma giderdi, o döndürmece... Kalaycı, arada bir beni su almaya gönderir. Alelacele gider-gelir, yine otururdum, "gıırrr, gıırr" diye çevirdiğim kolun başına... Bazen yavaş, bazen hızlı, kalaycıya uyum sağlardım. Saatlerin gelip geçtiğini farketmez, kalaycıya saatlerce keyifle çıraklık yapar, bir yandan da o yanık şarkılarını dinlerdim:
Söyleyin yıldızlar sevgilim nerde,
Beklerim onu ben pencerelerde
Beklerim her gece pencerelerde
Ben onun yüzünden düştüm bu derde
Beklerim onu ben pencerelerde
Beklerim her gece pencerelerde
İçim yana yana onu ararım
Uçan kuşlardan haber sorarım
Ömrümde gülmedim ona yanarım
Beklerim onu ben pencerelerde
Beklerim her gece pencerelerde
Bu durum, rahmetli babamın hiç de hoşuna gitmez, rahatsız olurdu. Çok kereler rahmetli anneme şikayet etmiş, beni azarlamış, ama hoşuma giden kalaycılık sevdasını bir türlü bana bıraktıramamıştı.
İş bitiminde, giderken küller içine atılmış kalaylar tekrar alınır, ateş söndürülür, üstü toprakla kapatılırdı.

ÇÖPÇÜLER...

İlkokulun henüz başlarında olduğum o yıllarda, "Perihan, bu çocuk Şevket Efendi gibi olacak, bundan hayır gelmez! Okumaz bu çocuk"diye anneme şikayetlerde bulunmuştu. Şevket Efendi, bizim mahallenin çöpçüsüydü. İri kıyım, ama mahcup bir kişiliği vardı. Başında gri ekose kasket, her zaman biraz sakallı, al yanaklı, elinde defne çalısından yaptığı süpürge, mahalleyi yavaş yavaş gezer, orayı-burayı süpürürdü. Bazı zamanlar iş olursa, odun kırar veya o gün tavuk yapılacaksa, annem kümesten bir tavuk yakalatıp kestirirdi. Her seferinde bir uğrar, "Hanım, yardım lazım mı?" diye sorardı. Rahmetli babam, bana kızdığında, neden sevdiğim kalaycılık değil de, Şevket Efendi'nin

BİLEYCİLER...

Bileyiciler de, zaman zaman mahalle aralarında bağırarak dolaşırlar, ev halkının bıçak, çakı, makas, balta, keser gibi kesici aletlerini bilerlerdi. Sırtında taşıdığı uzun ince bacaklı ahşap sehpayla, "Bileyiciiii... Bileycigeldiii... Her türlü bıçak ve makaslar bilenir! Bileyciii..." diye bağırır, her bir kaç adımda durup, saksılar arasında gizlenmiş pencerelere bakar, çağıran bir ses, sallanan bir el varmı, gözlerdi.
Bileyici, işine başlamadan evvel, sehpasını düz ve sağlam bir şekilde yerleştirir, teneke çerçeveli gözlüğünü takar, sehpanın altındaki çemberli pedala basarak yukarıya kayışla bağlantılı bileyi taşını döndürürdü. Taşı sabit ve gereken hızla çevirirken, diğer yandan makas veya bıçağı iki elinle kavrayıp en uygun açı altında taşa tutar, kıvılcımlar içinde, kulakları çınlatan tiz bir sesle bilerdi. Çıkan o kıvılcım hüzmesine ben yandan yandan elimi uzatır, derime saplanan o siyah siyah metal zerrecikleri, sonradan ayıklamak zor olsa bile, hafiften yakan, iğneleyen kıvılcımların içinde elimi oynatmaktan keyif alırdım. Bilediği bıçağı, arada bir sehpasının bacağında tel veya urganla iliştirilmiş, asılı duran su dolu, paslı, Komili yağı teneke kutusuna sokar, "cazzz" diye buharların arasında su verir, soğuturdu. Nasırlaşmış başparmağını, bilediği tahta saplı bıçağın ağzında dolaştırır, keskinliğini kontrol ederdi. Bazen bıçağı gökyüzüne doğru kaldırır, bıçak ağzının düzgünlüğüne bakardı. Çatlak ve kırık saplıları çıkartır, vernikli şimşir sapları takarak yepyeni bıçak ortaya çıkartırdı. Sehpanın üstündeki küçük bileyi taşında son rötuşunu yapar, temizler, ardından eski bir gazete kağıdını bir çırpıda keser, keskinliği içine yattıktan sonra teslim ederdi. Rahmetli anacığım, memnun ve güleç, "Bu bizim bıçak mı Cevat Usta? Eline sağlık" diye mırıldanırdı.

HALLAÇÇILAR...

Yataklar-yorganlar pamuk içli, dışı, renkli parlak düz renklerin yanında, üzerinde güller, çiçekler, ceylanlar, bazen kırmızı tombul yanaklı meleklerin de bulunduğu saten kumaşlardandı. Zaman zaman bu yataklar, yastıklar ve yorganlar sökülür, içindeki pamuklar iki senede bir kez olsun attırılır, gelecek kışa hazırlık yapılırdı. Hallaççı, omuzuna geçirip astığı yay ve belindeki şimşir tokmakla, bir yeniçeri edasıyla mahalle-sokak dolaşırdı.
Güneşli, pırıl pırıl havada, bahçe kenarındaki beton düzlükteki çardağın altında, büyük bir çarşaf bez içine yığdığı keçe keçe olmuş pamukları biraz tiftikledikten sonra, arkasına bastığı siyah ayakkabısını çıkartır, ayaklarında mestiyle(Evvelce ev içinde giyilen yumuşak deri ayakkabı. Genelde ayakkabı içi çorap niyetine giyilirdi)bezin yanına bağdaş kurar, otururdu.
Kaşlarının üstüne kadar çektiği kırcıllı beresi, kenardan kenardan pamuk yığınına yayıyla girer, gergin ipine şimşir tokmakla vururken, sanki müzik enstrümanı çalardı: Çap...çapa...zap...çap... zapa... çapa... zap... capa...
Ortalık atılan pamuklardan kar yağmış gibi bembeyaz olur, kısa zamanda hallaççı; kaş, sakal, kirpik, bende yanında bembeyaz kalırdık. Ardından atılan pamukları itinalı şekilde yayar, uzun sopasıyla bir güzel döverdi. İyice kabaran pamuklar, ustalıkla patiskadan olan astarın içine yerleştirilir, tekrar tekrar dövülerek, eşit şekilde yayılırdı. Naftalin kokan dantel kenarlı renkli temiz parlak yüzler geçirilir, yüksük ve o kocaman kocaman yorgan iğneleriyle, istenilen değişik figürlerde dikilir, içindeki pamuk sabitleştirilirdi. Ben kenardan, usul usul seyreder, sanki bir kış akşamındaymış gibi, leğende yıkandıktan sonra üstüme çekip, büzülüp yatmaya heveslendiğim, tertemiz puf puf yatağımı ve uyurken üzerinde ceylanların dolaşacağına inandığım, çiçekli yorganımın bitmesini beklerdim.

Şimdi artık kap-kacaklarımız öyle bakırdan falan değil. "Kalayciii" diye bağıranlar yok, sokaklarımızda... Yanılıyormuyum, bilmiyorum, ama şimdiki yemekler, bakır tencerelerde yapılan o yemekler kadar da leziz değil sanki. Mutfaklarda, gözlerini soğandan yaşarmış görmeye alışık olduğumuz anneler de artık babaların yanında ekmek kavgası veriyorlar. Çoğu şeyler hazır paketler içinde, bir tek ısıtılmayı bekliyor. Bir telefona bakıyor, o meşhur Türk mutfağını sahiplenmeye çalışan, alüminyum kağıtlara sarılıp servis edilen hamburgerler, pizzalar, hazır pideler...
Bileyicilere de lüzum kalmadı. Herkesin mutfağında, elektrikli olmasa da kendimizin bileyebileceği aletleri var.
Şimdiki yastıklar, yataklar suni süngerlerden... Hemde "amortisörlü" diyorlar, ne demekse? Yorganlar, sentetik elyaflardan... Söylendiğinde sanki uzay yolculuğuna hazırlık varmış gibi geliyor insana...
Yaşadığım zaman içindeki bu evveli nedense özlüyorum. O sokaklardaki bağrışmalar, hepsi birer birer beynimde çınlıyor. Kulaklarımı dikip, gözlerimi kapadığımda, hala bağırıyorlar, derinlerden... Bazen çayımı yudumlarken bir köşede, hayallerimde çocuklaşıyor, gülüyorum kendi kendime... Aynı çocukken büyüklerimi de bir köşede kıs kıs gülerken gördüğüm gibi... Kim bilir? Belki de benzer çocukluk anılarımıza gülüyormuşuzdur... Gün gelip bizim torunlarımızda kıs kıs güldüklerinde, anlayacaklardır herhalde, bizlerinde içten içten nelere tebessüm ettiğimizi...
Daha evvelki yazılarımda da belirttiğim gibi; yaşanmış hikayeler, çoğumuzun ilgisini çekiyor ve bir nebze olsun anılarımızda tekrar canlanabiliyorlarsa, "hedefe ulaşılmış" demektir. Geldiğimiz şu "modern yüzyıl" dünyasında, çocuklarımıza ve torunlarımıza bırakabileceğimiz en güzel miraslardan biri, geçmişte yaşadığımız eski ve saklı kalmış inanılması gerçekten zor anılarımızdır.
Neden eskileri özlüyoruz? Neden eski zamanlarımızı, bazen içimizi çekerek arzuluyoruz? Bunun cevabını aramak, araştırmak, karşılıklı sohbet edip, tartışabilmek ve yıllarca sonra bile hala o zamanı yaşayabilmek, insanoğluna has bir özellik...
Hikayemde; isimlerini ve simalarını hala anımsayabildiğim ustaların bugün itibariyle en az 90 yaşı veya üzerinde olabileceklerini düşünüyorum. Allah (cc) yaşayanlara uzun ömür, vefat edenlere rahmetini üzerlerinden eksik etmesin, toprakları bol olsun. Ustalarımız anılarda yaşasın. Bugün birazcık ustalar günü olsun.
Başka anılarda tekrar buluşabilmek ümidiyle, uzaklardan, Himalayaların ardından, Zonguldak'ıma en derin selam ve sevgilerimi yolluyorum. Sağlıcakla ve sevdiklerinizle hep beraber kalın güzel dostlar...

Editör: Pusula Gazetesi