Türkiye’nin ve Cumhuriyet tarihinin özel donanımlı ilk hastanesi olma özelliğinin yanında isim olarakta ilk olma özelliğini taşır (Memleket Hastanesi). Günümüz Türkiye’sinde gerek siyasetçi, gerek bürokrat, gerek sanatçı ve gerekse bilim adamı olarak isim yapmış ünlülerin bir kısmının bu hastane duvarları arasında dünyaya gözlerini açtığı da bir gerçektir. Araştımacı yazar Erol Çatma geçmiş yıllarda hastaneyle ilgili bazı bilgileri yazılarında konu etmiştir, onun makalelesinden yapılan alıntıyı ve Hastanenin mimarı Muallim Kemaleddin Bey’in öz geçmişi bu haftaki nostalji konumuzdur.


O’ Amele Hastanesi olarak yapılmasına rağmen, biz ona “Memleket Hastanesi” derdik, çok sık kullanılan başka bir anılması ise “Millet Hastanesi” idi. Sonraları “Amelebirliği Hastanesi” yapılınca bizler oraya gittiğimiz için “Karşı Hastane” olarak da anılması da oldukça yaygınlaştı. Sonraları biraz daha resmileşerek “Devlet Hastanesi” olarak anılmaya başlandı.
Anlatacağım eski günler olduğu için, hastaların, devlet hastanelerinde yani o zamanki ismiyle memleket hastanelerinde veya millet hastanelerinde rehin kalmadığı, zulüm çekmediği zamanlardı yani, güler yüzlü doktorların hastalarına imkanları ölçüsünde şifa dağıttığı, hastalarına iyi bakabildiği zaman para değil de keyif aldığı, hastalar arasında, muayenehaneye gelenlerle gelmeyenler veya daha bir başka söylemle bıçak parası verenlerle vermeyenler diye ayırım yapılmadığı zamanlardı.
Şimdi sizlere “Memleket Hastanesi” nin öyküsünü anlatmaya çalıştığım, Hastaneyi Türkiye’deki diğer memleket hastanelerinden ayıran en büyük özelliği ilk yapılan Memleket isimli Hastane olması ve aynı zamanda Cumhuriyet tarihinden eski olduğu gibi Osmanlı imparatorluğuyla da uzaktan yakından alakası olmayan bir Hastane olmasıdır. Bu satırları okuyanlar böyle bir şey olmaz diyebilirler. Olmaz olur mu, yeter ki sen insanlara her koşulda hizmet edilebileceğini unutma, hizmet ederken sadece idealist düşüncelerle hareket et, yeter ki “Memleket gibi memleket” hayal et, onu kurmaya çalış işte o zaman kuracağın hastanede “Memleket Hastanesi” olur, bıçak paralarının dolarla veya euro ile pazarlık yapıldığı bir Hastane olmaz.
Hastane inşaatının başlama tarihi Nisan 1922’dir. Bu tarih şimdiler de çoklarına bir şey ifade etmez. Çünkü şimdilerde İMF ve AET kuyrukçuluğu moda oldu, herkes kurtuluşu oralarda arıyor. Bir anlamda herkes mandacı oldu.Ülkeyi bütünüyle sömürge yapabilmek için yarışır oldu.
Nisan 1922 de Anadolu topraklarının büyük bir kısmı işgal altındaydı. Sakarya Savaşı’nın Milli ordular tarafından kazanılmasından sonra, işgal kuvvetleri batıya çekilmiş Avrupa’daki bütün olanaklarıyla ve ülkelerindeki bütün askersel güçleriyle hazırlık içindedir. İşgal kuvvetlerinin ulusları, dişinden tırnağından artırdıklarını Anadolu’daki askerlerine göndermektedir. Çünkü, Anadolu’nun yutulması için, son darbeyi indirmenin seferberliği içindeydiler.
O sıralarda Zonguldak’ta maden işçileri madenlerde çalıştıkları gibi kritik anlarda en genç asker kuraları cephelere sevk ediliyor, cephelerde işi bittikten sonra da alelacele madenlere geri döndürülüyorlardı. Çünkü çıkardıkları kömürün büyük kısmı takas anlaşmasıyla silah karşılığı satılıyordu. Ankara’da Yahşihan’da kurulan ilk silah sanayimiz de, Ankara’yı, Eskişehir ve Istanbul’a bağlayan tek hattımızdaki lokomotiflerde maden kömürü yanıyordu. Ayrıca ihraç edilen kömürden alınan %3’lük rüsum da Ankara’ya maddi destek için gönderiliyordu.
Madenlerde çalışan maden işçileri de teknolojik yoksunluktan kaynaklanan nedenlerle yoğun emek çalışıyor, bu nedenle iş kazalarına maruz kalıyorlardı. Havzada sadece Fransızlar’ın 15 yataklı küçük bir hastanesinden başka bir sağlık kuruluşu yoktu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi maden işçisinin perişan durumunu göz önünde bulundurarak, Nisan 1922’ de Zonguldak’a bir Amale Hastanesi yapma kararı alır ve inşaat süratle yapılmaya başlanır.


Amale Hastanesi 55 yataklı olarak tasarlanır ve projesi Zonguldak’ın tek mimarı olan “Mimar Muallim Kemaleddin Bey” tarafından çizilir. Hastanenin malzemeleri 1920 senesinde Büyük Millet Meclisi’nce ayrılan tahsisatla karşılanır. Hastane birinci sınıf Hastane statüsüne dahil edilmek üzere planlanmış ve dahili bir tabip tarafından idare edilecektir. Bu tabip Zonguldak Sıhhiye Müdürü Dr. Abdullah Cemal’ dir.
Hastane inşaatı devam ederken gerekli sağlık hizmetlerinin aksamaması için şehir içindeki Trabzon oteli kiralanarak geçici bir hastane oluşturulur.
“151 sayılı Havza Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun” ile bütün maden şirketleri ve madenciler işyerlerinde hastane, eczahane ve doktor bulundurmak mecburiyetindeydiler. Bu kanun gereği Fransız Şirketi haricindeki bütün şirket ve ocaklar bu hastaneye belirli bağışlarda bulunarak 151 sayılı kanundaki yükümlülüklerini de yerine getirirler. Zaten irili ufaklı bir çok ocak çalıştıran şirket ve madencilerin tek başına hastane açacak imkanı da yoktur, açılsa da ihtiyaca cevap vereceğini düşünmek bile yanlış olur.
Hastaneyi ve şehiri birbirine bağlayacak yol için 16 Ağustos 1922 tarihinde bütün şirket ve ocaklar ikişer tane işçi istihdam ederler, Eylül ayının sonlarına doğru hastane yolu bitmek üzeredir.


Hastane ve yolu için kayıtsız kalan Fransız Şirketi Büyük Taarruz’un kazanılmasından ve işgal kuvvetleri Anadolu’dan atıldıktan sonra 1500 lira bağışta bulunur, 1500 lira da diğer ocaklardan toplanarak hastane yolunu motorlu araçlar işleyebilecek şekilde düzene sokarlar.
Yokluk, ölüm kalım savaşının içinde yapılan bu bina Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’nde bir ilktir.
Nahit Sırrı Örik, 1928 yılında “Resimli Hikaye”de yayınladığı “İki Rakibe“ isimli öyküsünde Hastaneyi, “Bu hükümet Hastanesi, İstanbul’dan gelen vapurlar limana girince sağa düşen yemyeşil bir tepe üzerinde beyaz bir binadır; uzaktan insana, Büyükada ve Heybeli’deki tepelerde yapılmış Rum mekteplerini hatırlatır” satırlarıyla tanıtır.
O zamanki koşullarda Rumların okul mimarileriyle ve ihtişamıyla yarışabilecek bir binayı yapanları saygıyla anmak gerekmektedir.


Büyük Millet Meclisi’nin ve Anadolu’nun geleceğinin hiçbir garantisi yokken, Anadolu topraklarının büyük çoğunluğu işgal altındayken, böylesi bir hastaneyi düşünmek ve yapabilmek oldukça ince düşünülmesi gereken bir husustur.
Memleket Hastanesine son gittiğimde önce çok mutlu oldum, üst kattakiler sanki bir hastanenin değil de çok yıldızlı turistik bir otelin odaları gibiydi, işin aslını öğrenince oldukça da üzüldüm, o odalar sadece parası olanlara tahsis ediliyormuş, garibanlar yine rehin kalabilir veya bakılma zahmetinde bulunurlarsa alt katlarda ki“normal” koğuşlarda yatabilirlermiş. Yani Hastane, milletin, memleketin, devletin hastanesi olmaktan çıkmış, parası olanların yani ayrıcalıklı olanların hastanesi olmuş.

Hastanemizin tekrar Memleket Hastanesi olması ve olayı buraya getirenlerin utanması dileklerimle…
Alıntı.: Erol Çatma.


Mimar Ahmed Kemaleddin…


(D:1870, İstanbul – Ö:13 Temmuz 1927; Ankara), 20. yüzyılın başlarındaki çalışmalarıyla tanınan ve Birinci Ulusal Mimarlık Akımı´nın önde gelen isimlerinden olan Türk mimarıdır.
1870 yılında orta sınıfa mensup bir ailenin tek çocuğu olarak İstanbul´un Acıbadem semtinde dünyaya geldi. Babası Bahriye Miralaylarından Ali Bey, annesi Sadberk Hanım´dır. İlköğrenimine 1875´te İbrahim Ağa İbtidai Mektebi´nde başladı. Ortaöğrenimini 1881´de babasının görevi dolayısıyla gittikleri Girit´te sürdürdü; bir süre sonra ailesiyle birlikte İstanbul´a döndüler ve orta öğrenimini de burada bitirdi. Bu sırada mühendisliğe ilgi duymaya başladı ve 1887´de 17 yaşındayken Hendese-i Mülkiye Mektebi´ne (günümüzde İstanbul Teknik Üniversitesi) kaydoldu.
1908´de Osmanlı Mimar ve Mühendis Cemiyeti adıyla bu meslek dallarının Türkiye´deki ilk meslek odasını kuran Mimar Kemaleddin, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Evkaf Nezareti İnsaat ve Tamirat Müdürü olarak çalışmalarına devam etti.
Tarihi yapıların restorasyonu ve yeni yapıların tasarımıyla ilgilendigi bu dönemde, Osmanlı mimarisinin ilkelerini inceledi ve kendi mimari üslubunu şekillendirdi ve ulusal mimari konusundaki düşüncelerini geliştirdi.
1910’ların başından ölümüne kadar yoğun bir tempoda çalışarak, hem Türkiye’de, yoğunluklu olarak da İstanbul´da, hem de yurtdışında eserler verdi ve mimari çalışmalarında bulundu. Mescid-i Aksa´nın restorasyonu çalışmaları için bir süre için Kudüs´te kaldı ve Türkiye´ye dönüşünde yeni başkent Ankara´da kurulan yeni yapılar üzerinde yoğunlaştı. Yine bu dönemde Zonguldak Memeleket Hastanesi’nin mimarisini üstlendi.
Mimar Kemaleddin, 13 Temmuz 1927 tarihinde Ankara´da beyin kanaması sonucu vefat etti.
Mezarı Bayezid Camii haziresinde bulunmakta olup, adı birçok alanda yaşatılmaya devam edilmektedir.

Zonguldak Nostalji.
Yardımcı kaynaklar:
Erol Çatma.
Haldün Cezayirlioğlu