Çocukluğumda bizim memlekete (Alaplı) karayoluyla ulaşma imkanı yoktu. Vapurla gider gelirdik. Sırayla Tarhan ve Etrüsk vapurları sefer yapardı. Güzergah, zannedersem İstanbul'dan Ayancık'a kadar devam ederdi.

Bunu şuradan çıkarıyorum. Alaplı'da vapurun İstanbul'dan geleceği saatlerde sesi gür bir adam (tellal) duyuru yapardı. Elektrik olmadığı için dolayısıyla mikrofon sistemi de yok. O şöyle bağırırdı: "Ereğli, Zonguldak, İnebolu, Amasra, Cide, Kurucaşile, Ayancık, vapur geliyor. Biletlerinizi alınız."

Yolculuklarımızda annem, babam, ben ve ablamlar da olurdu. Kalabalık bir aileydik yani. Sanırım 14 saat kadar sürerdi.

Akşam saatlerinde biner, sabah İstanbul'da veya memlekette olurduk. Geceyi güvertede geçirirdik. Oturacak bir yer olmazdı. Herkes yerlere yayılır, bir battaniyenin üzerine kıvrılıp sabahı ederdi.

İnsanların iplerle bağlanmış çıkınları, koca koca denkleri, ahşaptan yapılmış sandıkları olurdu. Herkes bulduğu boş yeri kapıp bir gecelik konaklamasını burada yaptığı için etrafta adım atacak yer kalmazdı.

Bütün bunlar yine katlanılabilir şeylerdi de, beni en çok rahatsız eden, herkesin oturduğu veya yattığı yerden, hemen yanı başına kusması olurdu.

Yolculuk tutar bazı insanları bilir misiniz? Deniz yolculuğunda midesi bulanmayan insansa az bulunurdu.

Dalgalı zamanlarda gemi yalpalayarak giderdi. Bu durum, kendisini denizin tutmayacağını zannedenlerin bile başını döndürür ve kusmasına sebep olurdu.

Eğer o günlerde deniz yolculuğu üzerine bana bir kompozisyon yazdırsalar, herhalde bunları yazardım. Ve gemi yolculuğunun çok berbat bir şey olduğunu anlatırdım.

Çünkü ne yazın sıcağı çekilirdi güvertede, ne kışın ayazı... Bir de o kusmuklar yok mu, bazen hemen yanınızdaki üstünüzü başınızı batırabilir. Kendinizi korusanız bile, yolculuğun ilerleyen saatlerinde ayak basacak yer bulamazsınız ve o iğrenç kokudan duramaz hale gelirsiniz.

Sonradan öğrendim ki, güvertede seyahat, fakir insanların en ucuza yolculuk yapmasını sağlayan bir seçenekmiş. Yoksa geminin lüks otelleri aratmayacak odaları, acıkanlar için ünlü restoranlarla yarış eden lokantaları olurmuş.

Bu fakir kesim, hep köylülerin oluşturduğu bir tür alt tabaka... Ben tabii hiç hatırlamıyorum ama, kamaralarda seyahat eden yolcular, bizim durumumuza bakarak, "insana ağız tadıyla bir yolculuk bile yaptırmıyorlar, bunların hepsini denize atmak lazım" diye içlerinden çok geçirmişlerdir.

Gel zaman git zaman aradan yıllar geçti. Üç beş defa Ankara feribotuyla İzmir'e gidip geldim. (1980'li yıllarda haftada 3 gün İzmir'e deniz seferi vardı. 2007'de her gün hatta günde iki kez olması gerekirken tamamen kaldırıldı. Ne ilginç değil mi?)

Bir otel rahatlığı ve lüksü içinde geçti yolculuğumuz. Ucuz tarifeden seyahat etmek isteyenler için pulman denilen geniş ve rahat koltuklar yapmışlardı. İnsanlar otobüsten daha konforlu şekilde seyahat edebiliyorlardı.

Artık herkes eşyalarını şık valizlere dolduruyordu. Valizler için de ayrı bir bölme vardı. Hiç kusan filan da görmedim. Gerçi güzergah farklıydı, insanlar farklıydı, sosyal seviye farklıydı ama, olsun, bu anlattıklarım yine de size bir fikir verecektir umarım.

Ben ülkemizi nedense hep bir gemiye benzetirim. Ama Tırhan türü, Etrüsk türü bir gemi. Fakirlikten, bilgisizlikten en önemlisi de ilgisizlikten hala güvertesi kirletilen bir gemi.

Aslında onları basit bir iki yöntemle uyumlu yolcu haline getirmek getirmek kolay. Ankara gemisinin yolcuları da bu ülkenin insanlarıydı. Ama bunun için hiç gayret gösterilmezken, hepsini denize atıp kurtulalım diye düşünenler bile var.

Türkiye gemisi tabii biraz daha büyükçe bir gemi. Her üç beş senede, bazen 3-5 ayda bir kaptanı değişen bir gemi.

Seçim zamanı bizi karaya ulaştıracağını vadederek dümene geçenler ve kaptan köşküne çıkanlar, seçim süreci bittiğinde bizi yine denizin ortasında bırakıyorlar.

Sonra biz yeni bir kaptanla yeni bir rota belirliyoruz. Bir seçim dönemi de yeni kaptanın dediği istikamette yol alıyoruz.

Ne tarafa gittiğimizi artık biz de unuttuk. Başımız öylesine döndü ki, sağımız, solumuz, doğumuz, batımız birbirine karıştı.

Bizi dışarı çıkartıp güneşi de göstermiyorlar. Belki onu görsek iyi kötü bir yön çizeceğiz. Zaman zaman bazı şanslı büyüklerimiz, biz dışarı çıktık, güneşi gördük, istikamet yanlış, kaptan bizi ters istikamete götürüyor diye haykırdığında, ohh nihayet olup bitenden bir haberimiz oldu, belki karaya ayak basarız diye ümitleniyoruz, fakat, yanlış yolda olduğumuzu söyleyenlerin bir kısmı sağa, bir kısmı sola gitmemiz gerektiğinde ısrar ediyorlar.

Kendilerine göre birileri haklı, doğru söyleyen biri var, ama biz bilmiyoruz ki... Kime inanacağımızı şaşırdık.

Babamızdan dedemizden dinlediklerimize göre, geçmişte de böyle şeyler olmuş. Gemi yolcuları medeni şekilde seçim yapıp çoğunluğun sesine uyarak kah sağa gitmişler, kah sola gitmişler. Ama bir türlü kıyıya ayak basmak kimseye nasip olmamış.

Çünkü bir süre sağa gidildiyse, sonraki kaptan tornistan komutu verip tekrar geriye dönmüş. Aynı şekilde sola gidildikten sonra gelen kaptanın yaptığı da öncekinden farklı olmamış.

Bazen benim aklıma, aslında hiçbir yere gitmiyoruz, olduğumuz yerde dönüp duruyoruz, kaptanlar bizi aldatıyorlar, uyutuyorlar, durmadan makiniste emirler yağdırıp yol alıyormuş gibi gösteriyorlar gibi bir düşünce bile geliyor.

Sadece benim aklıma mı, benim gibi düşünen herkesin aklına... Ama ispat edemiyoruz ki...

Her seçimde "bu sefer mutlaka" diyoruz, daha doğrusu bize dedirtiyorlar. Ama yine sonuç yok, yine sonuç yok...

Varmayı hedeflediğimiz yerler de farklı. Kimi ABD limanından, kimi AB limanından, kimi bizim kendi inşa edeceğimiz özbeöz bize ait limandan bahsediyor.

Eskiden bir de Moskova limanı vardı ama, sonra, zaten orada deniz yok, geminin oraya varması mümkün değil diye bir şayia çıktı. Gerçi şimdi yeniden ufak ufak, biz oraya varıncaya kadar Moskova'ya deniz gelir diyenler var da, sesleri biraz yavaş çıkıyor.

Son zamanlarda en çok korkulan şey geminin Cidde'ye yanaşması. Ödü patlıyor bazılarının. Kimi diyor ki "kardeşim, bu geminin rotası belli, yolu belli, hiç böööyle gidilirken Cidde'ye varılır mı?" Bir kere korku girmiş ya gönüllere, gel de inandır inandırabilirsen...

"Tamam doğru söylüyorsunuz, rota bööööyle gidiyor ama, dünya yuvarlak değil mi, gide gide sonunda yine yolumuz Cidde limanına çıkarsa ne olacak" diye endişelerini dile getiriyorlar.

Son kaptan bir dönemde en uzun görevde kalan süvarimiz oldu. "Hedefe yaklaştık, kara göründü, ufukta ışıkları görüyorum" dediyse de, o ışıkların Cidde olabileceğinden kuşku duyanlar, en kısa zamanda kaptan değişikliği yapmamız lazım diyerek, makinelerin hızını kestiler.

Yine ceviz kabuğu gibi sallanıp duruyoruz denizin ortasında. Bu arada rotamız değişiyor mu, geminin yönü ne tarafa dönüyor, pek belli değil. Gerçi kaptan yine adaylığını koyup kendince yolcuları karaya çıkarmaya kararlı ama, bu sefer sanki yolcular da isteksiz.

Artık o kadar alışmışlar ki bu dalgalı hayata, karaya çıkarsak ayak uyduramayız diye korkuyorlar. Böyle gelmiş böyle gider diyerek, yeni bir kaptan nezaretinde tekrar geri dönmeye razılar.

Bu da bir tercih sonuçta. İnsanlar ne istiyorlarsa o şekilde yaşayabilirler, ha denizde, ha karada... Ancak bu arada kaptanın yeniden idareyi ele almaması için gemiyi delmeye çalışanlar yok mu, işte bu beni çıldırtıyor.

İdare edilecek bir gemi olmazsa, kaptana da gerek kalmazmış... Doğru olmasına doğru da, bu yolcular ne olacak? Onları düşünen hiç olmayacak mı?

Ahmet YILMAZ (2007)