Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan, Çömez Öykücü Yazar.

Domuz damını kazıyordu....Bir gıcırtı duydu, irkildi.
- Hayrı abi bu korkunç ses de ne be?
- Korkma. Biz domuz damında kazdıkça, tahkimatsız olan oyuntunun yukarısında olan kayalar oturuyor. Burası da tam kırık kuşağı. Böyle yerlerde oturmalar çok olur. Onların sesi bu. Kaygılanma bi şey olmaz. Biraz sonra tahkimatçılar buraya ulaşır, güçlendirirler.
Korkuyla fal taşı gibi açılmıştı gözleri,
- Hayri abi, göçmez değil mi ya!
- Oğlum Cem göçerse de göçer. Yazgımız bu deriz be evlat. Bak sen işine Allahını seversen. Allah böyle buyurmamış mı; "kimse ona verdiğim hayattan, ne bir dakka uzun, ne de bir dakka kısa yaşar". İtikat oğlum Cem itikatı elden bırakma. "Göçerse de göçer, ta a.ına koyayım de geç. " İnmişiz bir kez yerin 485 metre altına. Üstümüzde kocaman bir kaya kütlesi var. Bizler köstebeğiz, kazdığımız kömür sıçanın kemirdiği peynir gibi be oğlum. Korkunun ecele yararı yok. Sen vur kazmayı, kara kömüre. Ne kadar çıkarırsak o kadar pirim. Vur ha, kazmayı vur. Aklına bir şey getirme. Bizim hayatımız geçti şu yeraltında. Her gün "Bismillah" dedik indik ocağa. Ölümü düşünsek bir gün bile inemezdik, bu içine güneş doğmayan kara dünyaya. Salla kazmayı Cem, vur bağrına bağrına kömür damarına.

Cem'in bareti altından akan ter yüzüne bulaşmış çenesinden doğru oluk oluk akıyordu. Yüzü sanki bir ırmağın denize kavuştuğu saçaklanmış bir dere yatağı gibiydi. Kapkara kömür tozu kaplı yüzü üzerinde açılmış, çizgi çizgi akça ter yolları. Şıpır şıpır damlıyordu çenesinden kara toprağa.
- Hayri abi, doğru söyleyon da evde, bir kadın, üniversitede okuttuğum bir kızım, liseye giden bir de oğlan elinden öper. Ben gittim mi, ailem biter abi. Onlar hep benim elime bakıyor.

O sırada domuz damı birkaç metre daha ilerlemiş, Cem ise en uçta kazıyor, onun ardından gelenler oyuğu genişletiyorlardı. Kimisi çıkan kömür topaklarını on metre kadar gerideki, raylar üzerindeki kocaman kocaman kovaların içine dökerken, tahkimat/güçlendirme takımı da, açılan oyuk çökmesin diye kalın ağaç kalasları iki yana, tavana döşüyordu. Havalandırmacılar ile ışıkçılar, oyuk uzadıkça hava boruları ile elektrik kablolarını çekiyorlardı. Başlıklarda ışıldaklar olmasa, oyuğun en önü kapkara bir boşluk olacaktı. En öndeki Cem'in baş ışıldağının ışığı, parlak kömür topaklarına çarpınca, alacalı renkler, parlaklıklar yansıyordu ışıl ışıl.
Cem'in Devrek'ten en yakın arkadaşı olan "Okumuş" lakaplı Tuna'ların babasının bir gevrekçi fırını vardı. Ancak, çocuk çok olunca gevrekçi fırının geliri çoğalan çoluk çocuğa yetmediğinden o da, ocağa inmişti. Zonguldak'ın yazgısıydı bu. Ekilecek toprak olmadığından tek seçenek yeraltına inmek, geçimini karaelmas'tan sağlamak. Tuna, kardeşi gibi sevdiği çocukluk arkadaşı Cem'e seslendi.
- Cem hele sen kaçıl, şuraya otur biraz dinlen terini sil. Ben gireyim domuz damına. Ver şu kazmanı, murcunu bana.

Cem birkaç adım geriye çekildi. Sırtını gediğin duvarına verip ayaklarını şöylece uzattı. Yorgunluktan içi geçmişti. Ben diyeyim 3, sen de 15 dakika öylece uyukladı kaldı. Ta ki o korkunç gıcırtıyı duyuncaya kadar. Düşünde, babası geldi, kapkara yüzle, oğluna göründü. Bir şeyler konuşuyor gibiydi.
- Baba azcık sesini yükselt. İyi duymadım, ne dedin?

Babası, Cem daha beş yaşındayken ocakta olan kömür tozu patlaması sonucunda ölü olarak çıkarılmıştı. Cem, beş kardeşle yetim kalmış, üçü kız. Elde avuçta para yok. Onları Devrek'de bastonculuk yapan dedesi büyütmüştü. Hiç de kolay olmamıştı. Cem karayağız bir delikanlı olunca, onu kömüre indirmemiş, liseden sonra üniversite de okutamayacağından, İzmir-Foça Komando okuluna yazdırmıştı. Yerin üzerinde çalışsındı. Ne yapacaktı yerin altında sıçanlar gibi gün görmeden, her gün canını ortaya koyarak yaşamak, yaşamak mıydı! Bak! Kendinin elli yılı yeraltında geçmiş, ciğerleri kapkara kurum tutmuş, verem sağaltımı görmüş, neyse ki kurtulmuştu.

Boş zamanlarında ormana çıkıp bastonluk sopalar keser, bastonculara satar, üç beş kuruş ek para kazanırdı. Sonra, git gel Mısırda İngilizlerden baston yapmayı öğrenen baş ustadan bastonculuğu öğrenmişti. Ancak, Devrek biraz sapa olduğundan pek uğrayanı olmazdı, Devrek'in. Oysa Devrek, yeşiller giymiş bir genç kız gibi, dağları saran ormanlarıyla, şırıl şırıl akan Devrek çayıyla ne de güzeldi!
Gel de bir de onlara sor. Elde avuçta para olmayınca, geçim sıkıntısından üç beş kuruş arttırmadan, sürünüp gidiyorlardı. Evde, sağımlık inek, yumurtlayan tavuklar, doğada yaz kış açan yemeklik otlar, karalahana olmasaydı işleri daha da güçtü.
Foça Jandarma Komanda okulu, Amerika'daki "Ranger" okulundan sonra en gelişmiş okuldu. Yabancılar bile komando olmak üzere burada eğitilirdi. Cem bomba uzmanıydı. Taburda tek. İçlerinde keskin nişancılar da vardı, sağlıkçılarda. Hiçbiri ölümden korkmazdı. Cem orayı başarıyla bitirmiş, Jandarma assubayı olmuştu. Sonra da, PKK ile çatışmalara giren, "özel time" seçilmişti. "Bizim aklımıza asla ölüm gelmezdi. Özümüze kurşun işlemeyeceğine inanırdık. Kaldı ki, otuz yıl kaldığım dağlarda, bizim taburdan bir kişi bile ölmedi".
Yılmaz, korkusuz Türk komandolarıydı bunlar. Bir Hakkari, bir Siirt, Ağrı dağlarına, jandarma taburu olarak çıkar, belki onbeş gün kışlaya dönmezlerdi. Dağda yatıp kalkarlar, ihbarlar oldukça, PKK'lıların kümelendiği yere saldırır, işlerini oracıkta bitirirlerdi.
PKK'lılar en çok özel komandolardan korkarlardı. PKK'nın vurdukları ise ya hükümet yanlısı polisler ya da acemi erlerdi.
Cem, hiç içki, sigara kullanmaz, arada bir anılarını anlatırdı. "Öldürdüklerimizin yüzde sekseni sünnetsiz çıkıyor. Kızların da boyunlarında haç var. Bunların çoğu Kürt değil, Ermeni. Bir keresinde karşımızda kırk kişi kadar PKK'lıyı kıstırdık. Çoğunu temizledik. Bir kişi kaldı ancak bize kurşun yağdırıyor. Sonunda kurşunu bitti. Saklandığı kayanın arkasından çıktı, "Teslim" diye ellerini kaldırdı. Ülen daha biraz önce bizi öldürmek üzere üzerimize kurşun sıkıyordun. "Çıkar ülen donunu" dedim. Korkudan işedi, altına sıçtı valla. Baktım, sünnetsiz. Çektim, vurdum deyusu.
İçeri atsalar, bir teröristin günlük devlete maliyeti 30 dolarmış. Yemeklerini bile ısmarlayıp, içerde azılı PKK olmak için özel eğitim görüyorlarmış. Bu devlet sahipsiz değil. Biz bu uğurda canımızı ortaya koymuşuz. Salıversen, Suriye'ye geçiyor, YPG'li oluyor, kıravat takıp, takım elbise giydiriyon ya mecliste milletvekili oluyolar. Biz yakaladık mı dağda bitiriyoduk adamın işini. Biz onların cehennemiyiz".
Cem sık sık yakınırdı, "Ülen bu hükümet var ya bu hükümet, jandarma komandolara hiç önem vermez. Polisleri baş tacı yapar. Oysa teröristleri vuran biziz, teröristlerin vurdukları ise işini iyi bilmeyen, deneyimsiz polis özel timleridir. O nedenle polisler yılda bir, en çok iki kez operasyona çıkartılar. Ancak, onlar bizden çok aylık alırlar. Ödülleri de ona verirler. Onlar hükümet yanlısı polislerdir. Ölümü göze alan biz, yüksek aylık ile operasyon parası alanlar onlar. Yuh olsun ülen yuh olsun. Ancak bize hiç para verilmese de biz operasyona gönüllü olarak çıkarız. Önce vatan".
Dedesi, torunu Cem ile kıvanç duyardı. Cem emekli olup, Devrek'e dönmüştü. Elde avuçta para yok. Dede mi baksın? Kaldı ki, büyük torunlar olunca dedenin bastonculuktan kazandığı para yetmemeye başlamıştı. Cem, Devrek'te bir fotoğrafçılık işliği açtı. Sayısal fotoğrafçılık çıkınca o iş de bitti. Tek çare, kara dünyaya inmekti. Jandarma'dan emekli olmuştu ancak çocukları okutuncaya dek, yeraltına inmeli, kara elmasa kazma sallamalıydı, vurmalı vurmalı, ocak içine dökülünceye, yere serilinceye dek vurmalıydı. Tıpkı PKK'lılara ateş açtığı, yere serdiği gibi.
Cem uyuklarken babasının sanrısı yine ona göründü. Bir şeyler söylüyordu, "Çık git bu ocaktan" mı diyordu pek anlaşılamıyordu. O gün Kozlu'ya inmişlerdi. O sırada, ocak içinde bir gürültü koptu.
- Gurrrr, çııııı, dumbur..
İrkilerek gözlerini açtı.
- Ne oldu ülen?
- Yok bi şey be Cem. Ülen sen de amma korkak çıktın be. Bizi de ürpertiyorsun. Bir de abi ben önceden komandoydum diye bizi kandırıyorsun.
- Hayri abi sen bana inanmıyon mu? Biz komandonun şahıydık be abi. Sen Kırıkkale'lisin bizde çok Kırıkkaleli vardı. Ülkücü abi onların çoğu. Bak! Kırıkkale'den Tanzer'e sor beni. Sen Tanzer Büyükalan'ı tanıyon mu?
- Yooo. Tanımıyom. Onlar genç kuşak olmalı.
- Olsun. Sen ilk gördüğün komandoya sor beni, anlatsınlar. Ben taburun bozkurtuydum, bozkurtu. Beni gören PKK'lılar kuzuya dönerdi, kaçan kaçar, kaçamayan yayılıverirlerdi önümde. Kaçan kurtulur, ancak altına işeyerek.
Tuna uzun süre domuz damında kazma sallarken, Cem dinlenmişti.
- Ülen okumuş, gel senle yer değiştirelim. Yorulmuşsundur.
Tuna durdu. Kazmayı yere dayayıp, obür kolunun dirseğiyle kapkara yüzünden akan terleri şöylece silince, yüzü resim tuvaline sürülmüş fırça izi gibi oldu.

Ayağa kalkıp, kazmayı, Tuna'dan aldı, girdi daracık domuz damına. Murçla, balyozla gevşettiği kömürü kazmayla gedik içine döküyordu. Yanıbaşında da Çaycumalı Osman kazıyordu. O hiç konuşmaz, yalnızca dinlerdi. O da beş yıl önce delikanlı oğlunu bırakmıştı ocakta. Çıkan topakları da "Sabit" dedikleri, Devrekli İsmail'in oğlu Sadık Tanrıtapar alır, atardı. Çok sabit düşünceli, iktidar yanlısı bir gençti, 23-26 yaşlarında. Nal der mıh demez, "Bizim reize kimseye söz söyletmem valla" derdi. Çok inatcı olduğundan ona "sabit" demişlerdi.

Cem kazmaya başlayınca, onun yerine oturan Tuna cebinden çıkardığı bir kitabın yapraklarını baş ışıldağı ile aydınlatarak okumaya koyulmuştu bile. Onu gören ocağın en kıdemlisi, ayrıca vardiya dayısı olan Hayri çavuş,
- Ne okuyon ülen Okumuş?
- Bizim Devrekli İbrahim Tığ abi var ya onun "Kelebeklerin Rüyası" kitabını okuyom.
- Yeni mi o kitap?
- Yoooo. Bi filmi çekildi de, ben bi daha okuyem dediydim.
- Oku oku aydınlanırsın.
O sırada ocakta iç ürperten bir gıcırtı daha koptu. Tavandan ufalanmış irili ufaklı taşlar, topraklar ocak içine düştü. Allahtan domuz damında kazma sallayan Cem bu sesleri duymadı. Tuna, kitabın üzerine düşen toprakları silkeledi. Sabit,
- Hayri abi. Bi deprem olsa şimdi bizi etkiler mi? Göçer mi abi burası?
- Yok be Sabit. Geçen yıl şu deprem pırofesörü Amet bey bi gonuşma verdiydi, Çaycuma'da, o etkilemez hiç bi şeycikle de olmaz. En güvenli yer yeraltı demişti. Aha! Şu gulaklarımla duydum valla.
Tuna kulak misafiri olmuştu. Okuduğu kitapdan başını kaldırdı.
- Hocanın adı Amet değil Hayri abe, Övgün Ahmet Ercan. Geçen gün Uğur Dündar beyin "demokrasi arenası" programına çıktı, Avcılar'da. Adam öyle bi gonuştu ki, ellerinden öpesim geldi valla.
- Ne dedi ülen Okumuş?
- Adam öyle zenginlerden değil. Babası Nazilli'de traktör tamircisiymiş. Dedi ki, "depremlerde yalnız yoksullar ölür, ayrıca vatan kurtarmasında şehit olanlar da yoksulların çocuklarıdır. Siz hiçbir milletvekili ya da büyük iş adamının çocuğunun şehit olduğunu gördünüz mü? Siz hiç zengin mahallesinden bir şehit cenazesi kalktığını gördünüz mü? Zengin mahallesindeki evlerin yıkıldığını gördünüz mü?" diye sordu.
- Doğru söylüyo valla. Hep bizim gibi fakir fukaranın çocukları ölüyo.
Sabit, durdu, öylece onlara kulak kesildi. Okumuş sürdürdü,
- Ayrıca dedi ki "Depremden ölenlerin yüzde sekseni Müslüman ya da bağnaz hıristiyanlardır. Bunun nedeni de, kadercilik yoksulluk, yönetimlerde yolsuzluk, ayrıca yönetimlerde tek adam yönetimi, demokrasi yoksunluğuymuş"
- Çok doğru valla. Aferim ülen adama. Ta böyle söyledi mi?
- Söyledi valla, TELE1 TV'de.
- Ayrıca, Halk TV'de Hulki Cevizoğlu'nun Cevizkabuğu programında da "Depremler doğa olayıdır, onu felaket yapan kötü yönetimlerdir" dedi.
- Hay elini öpeyim ben onun. Dilimiz olmuş konuşmuş valla.

Onları, sessizce dinleyen Sabit,
- Töbe töbe yarabbim. Ne diyonuz len siz? Herkesin taksiratı daha doğmadan Allah tarafından yazılmıştır. Alın yazısı, kader. Kadere inanmayan Müslüman değildir.
Okumuş Tuna direndi,
- Hadi s.ktir len Sabit. Bugüne gada Müslüman olduk da neye yaradı ülen? Japon'un, Amerikalının allahı aynı allah değil mi? Nedir ülen bu Müslümanların çektiği? Ülen daha 1999'da Gölcük'te 17 bin 800 kişi ölürken senin Allahın nerdeydi ülen? Elazığ-Malatya depreminde 41 kişiyi öldüren de o değil mi Sabit.
- Siz ataist olmuşunuz. Siz gavursunuz. O ölenlerin hepsi şehit oldu. Onlar şimdi cennette Hazreti Muhammed'in yanında saf tuttular. Yüce mevlam onları cennet katına çekti.
- Senin ananı eşek tepsin Sabit, salağı. Ülen bir kez, acaba konuşulanları anlıyom mu diye düşün len geri zekalı.
- Ben reise laf sözletmem. Elhamdürüllah hepimiz Müslümanız, ve de biz kadere inanırız.
- Pü Allah belanı versin senin len! Sizin gibi şehirleşememiş köylü-işçiler/lümpen proleterler yüzünden, bu ülke dinci yönetimlerce Allah edebiyatı yapılarak kuzular gibi yönetiliyor. Olan Atatürk Cumhuriyetine oluyor ülen.
- Valla şimdi çıkar, sizi reise şikayet ederim. Fakir halkı, devlete karşı örgütlüyorlar, kışkırtıyorlar diye.
- Git ülen git. Artık başımıza tak dedi. Şikayet etmezsen sen bu dünyanın en namussuzusun. S.ktir git ülen.
Hayri Çavuş,
- Dur Tuna! Sen okumuş adamsın. Cahil ile cahil olma. Otur şuraya sakinleş. Sana bi bardak su vereyim. Yüzünü de yıka, kendine gel.
- A.ına goyduğumun sığırları. Bunlar kendi çıkarlarının savunulduğunu bile anlamayan sığırlar sürüsü ülen bunlar. Angut! Köpek! Yalaka! Sığınmacı! Tutsak beyinli!

Olan bitenden, domuz damı içinde kazarak ilerleyen Cem'in hiç haberi olmadı.
- Hayri abi, bu söyledikleri nedeniyle Ercan hocaya, MİT'den gözdağı gelmiş.
- Nasıl?
- Demişler ki, "Biz Ercan hocayı severiz. Ancak konuşmalarına dikkat etsin. Fukaraları devlete karşı kışkırtıyor diye içeriye alırız" demişler.
- Vay canına yandıklarım var! Sanki onların aileleri çok zengin. Ülen herkes bu uzunun yalakası oldu ona şaşırıyorum valla.
- Dün İbrahim Tığ abiyle çarşıda gevrek fırınında kahvaltı yaparken, İbrahim abi Övgün hocayı arayıp, Devrek'e bir konuşma için çağırdı.
- Eeee..Geliyo mu?
- Gelecek ama, telif için Belediyeden üç bin istemiş, ayrıca yüz kitabımdan alıp, halka parasız dağıtsınlar demiş. Ayrıca belediye başkanı Çetin Bozkurt'ta Övgün hocayı aramış, çağırmış.
- Adam haklı. Bu ülkede bilginin hiç değeri yok. İlle de elle tutulur mal olacak değeri olması için. Adam kitap yazmış, al dağıt. Adam ta İstanbul'dan gelip sana iki üç gün ayırıp konuşma verecek, sen ona bir tane gevrek, bir bardak çay ver. Olur mu bu? Bilime saygı gerek. Emek verenin hakkını vereceksin. Emek çalmak, bizim töremize aykırıdır.

O sırada tavanda büyük bir gıcırtıyla yumruk kadar, beş, on tane taş düştü. Bunu gören Sabit,
- Bak! Bela okudunuz. Başınıza taş yağdırıyor benim goca Allahım. Ha ha ha! Etme bulma dünyası bu dünya.
- Ananı eşek tepsin ülen senin! Yıkıl git karşımdan.
Ocağın dayısı olan Hayri çavuş tahkimatçılara güçlü olarak seslendi,
- Hamza, Abdullah, eliniz biraz çabuk tutun. Burada bir kırık kuşağı geçiyoruz. Duraysız bir durum var gibi. Göçmeden güçlendirelim.
- Merak etme, yarım saat sonra oradayız Hayri abi.

Tam cümlesini bitirmişti ki, gürrrr diye tavan göçüverdi. Cem, Tuna, Hayri çavuş göçük altında kalmışlardı. Cem'in bir ayağı domuz damındaki göçük altında sıkışmıştı. Ortalık toz topraktı. Gözleri, burunları, ağızları tozla dolmuştu. Elleri kolları sıkışmış, kımıldayamıyorlardı.

Sabit, kovulduğu için göçüğün dışında kalmıştı. Ayrıca İbrahim Tığ'nın kitabı dışarıya savrulmuştu.

Kurtulan biraz safça olan Sabit göçüğe bakıp,
- Gördünüz mü len Allahsızlar! Allah siz komünistlerin cezasını verdi işte böyle, diyerek için için de olsa seviniyordu.

Ocaktaki göçük tez duyuldu. Göçük altında kalanların tüm yakınları, eşleri, çocukları ocak başına geldiler. Bağrışlar, çığrışlar, ağlamalar, ağıt yakmalar, tıpkı onlarca yıldır olduğunun tıpkısıydı. Ağlaşanlar değişiyor, olaylar, ölümler değişmiyordu. Kozlu Müessese müdürü Nurettin Yılmaz, TTK Genel Müdürü Kazım Eroğlu, Zonguldak Valisi Erdoğan Bektaş, Devrek belediye Başkanı Çetin Bozkurt, Çaycuma belediye başkanı Bülent Kantarcıoğlu ile öteki ilgililer ocak başında sabahladılar. Göçük altında kalanların yakınları için barakalar kuruldu. Üç öğün yemek verildi. Acılı yakınlarını, avundurmak, acılarını paylaşmak için çalışıyorlardı. Cankurtaranlar, hemşireler, doktorlar, kurtarmacılar, herkes oradaydı.

İTÜ Maden Fakültesinde okuyan Komando Cem'in kızı Gökçen, lisedeki oğlu Atakan ocak başında kümese tünemiş tavuklar gibi umutla babalarının kurtulmasını beklediler. İçlerinden, bildikleri süphaneke, kulhuvallahi, elham dualarının içeriklerini bilmeden Arapça olarak onlarca kez okuyorlardı.
O gece şakır şakır yağan yağmur altında her yerleri çamur olmuştu. Anneleri, Eniş yakarılarının Allahca benimseneceğine yürekten inanıyordu. Onun kocası tüm silahlara donanmış PKK'lılara karşı savaşmış, bir kömür ocağından mı çıkamayacaktı. Mutlaka çıkacak, kollarını T yapıp açacak. Onu, kızını, oğlunu kucaklayıp, kocaman kollarıyla sımsıkı saracaktı.
Kurtarmacılar iki gün amansızca çalıştılar.
Olmadı.
Allah, Arapça okunan yakarmaları kabul etmemişti.
Kara yazgı bu kez onların kapısını çalmıştı.

Öğleyin açan güneş altında, kocası ölü torbası içinde çıkarılırken, Eniş koşturdu gitti. Torbanın cırcırını açtı. Cansız bedende Cem, gözleri açık öylece gökyüzünün derinliklerine bakar gibiydi. Eniş, sanki deliye döndü. Ellerini gökyüzüne kaldırdı. Başladı çılgınlar gibi bağırmaya,
- Kahrolsun yoksulluk.....Kahrolsun yoksulluk...Çalanlar, çırpanlar, kursağınızda kalsın inşallah. Ben ne yaparım şimdi?
İlerden yaklaşan karabulutlar, sanki kazandan boşalırcasına şimşekler çakarak yağdı da yağdı. Herkes şımşırık oldu. Eniş'in dizleri çamur içinde, kolları açık. Saç baş dağınık, gözler ağlamaktan şişmiş, sesi bağırmaktan kısılmış, giysileri bedenine yapışmışken, sol omzuna oğlu, sağ omzuna kızı sarılmış öylece çamurlara bulandılar. Yağmur onları yudu yıkadı. Bir süre sonra sesleri kesildi.

Ertesi hafta, okulunu bırakan, 18 yaşındaki Atakan, baretini, havadanlığını taktı, iner-çıkara binerek, ocağa indi.

Namus yarası değil, ekmek parasıydı.