Babalar yalnız insanlardır. Yaşadıkları sıkıntıları pek paylaşmazlar. Hele aile sıkıntılarını çocuklarına hiç duyurmazlar. Biz üzülmeyelim, yüzümüz gülsün diye özellikle gizlerler. Ayrıca hep güçlü görünmek zorundadırlar. İçleri kan ağlasa da, duygularını dışa vuramazlar. Çünkü onlar Baba'dır! Evin direğidir! Biz onlardan her zaman güç alırız. Bizim onlara ihtiyacımız vardır. Babalar da bunu bildiklerinden bize sürekli güçlü görünürler. Çektikleri acılara rağmen karşımızda dimdik dururlar. Açıkçası yaşam denilen tiyatro oyununda rollerini çok iyi yaparlar.

Bizler daha küçük bir çocukken bile babamızın sırtına bineriz. Başlangıçta basit bir oyun olan bu binme, sonraki yıllarda şekilden anlama geçerek bir ömür boyu sürer. Çünkü babalar asla babalıktan kurtulamazlar. Bir bürokrat, ya da bir siyaset adamı gibi "bu görevden istifa ediyorum" diyemezler. Biz kaç yaşına gelirsek gelelim, hatta evlenip bizzat baba olsak bile başımız sıkışınca hemen kendi babamıza koşarız. Çünkü babalıktan istifa yoktur. Hem de kesinlikle!

Bize göre baba her zaman çok güçlüdür. Onun gücünü dünyaya ilan etmek için kızdığımız kişiyi "Babama söylerim" diye tehdit ederiz. Daha da kızarsak babamızın üstünden başkalarına "Benim babam senin babanı döver!" diyerek meydan okuruz. Çünkü bize göre; babamız en güçlüdür, en zengindir. Asla acıkmaz! Hiç uyumaz! Hele parası hiç bitmez. Ne zaman harçlık istesek çıkarıp verir. Vermiyorsa, parası olmadığından değil, çok harcamamızı istemediğindendir. Onun mutlaka bir yerlerde parası vardır. Hatta belki de hazinesi! Aksini düşünmek bile istemeyiz. Çünkü baba her zaman zengindir.

Nasıl ki, metre uzunluğun, kilogram ağırlığın ölçüsüyse, Baba da büyüklüğün ölçüsüdür. Bizler büyüdüğümüzü anlamak için babamızla boy ölçüşürüz. "Anne bak babama yetiştim!" derken yüzümüzde güller açar. "Seneye babamı geçerim" diyerek umutlanırız.

Bize göre baba öylesine güçlüdür ki; tek eliyle kayaları söküp atar, en ağır yükleri taşır, kahramanların onun yanında adı bile anılmaz. Baba insanüstü bir varlıktır. Bu yüzden evin en güçlü direğine "Baba direği" deriz. Zorda kalınca yardım istediğimiz kişiye "Bir babalık yap" deriz. Arabaların arkasına "Babam sağolsun" yazarız. Daha neler yaparız neler! Baba, kızının ilk aşkı, oğlunun ilk kahramanıdır.

Babamızı böyle bilir, dünyamızda böyle yaşatırız. Baba üzülmez, hata yapmaz, ağlamaz! O mükemmeldir. Hep aslan gibi arkamızdadır. Biz ona yaslanırız! O bize değil! O kimseye yaslanmaz! Çünkü yaslanmaya ihtiyacı yoktur! Her zaman dimdik ayaktadır. Biz böyle bilir, böyle yaşarız. Daha çocukken öğretmişlerdir bize; erkekler ağlamaz! Kızlar ağlayabilir, dolayısıyla anneler de! Ama babalar ağlamaz. Çünkü çocukken öğretmişlerdir, erkekler ağlamaz. Zaten hiçbir çocuk da babasının ağladığını görmek istemez. Peki ya onların duyguları? Adam sende ne duygusu, geç bunları!

Babalar tüm üzüntülerini kendi içinde yaşayan hüzünlü insanlardır. İşte bu yüzden yalnızdırlar. Bırakın ağlamayı, biz onlara dolu dolu bir kahkahayı bile çok görürüz. Çünkü bize göre erkek adam ciddi olur. Üstelik ara sıra değil her zaman. Eh bu ciddiyet içinde onların sevgiye de ihtiyacı yoktur. Annemize her zaman sevdiğimizi söyleriz, Babaya söylemeye gerek yoktur. Baba, sevgiyi ne yapacak ki! O bir ciddiyet abidesidir. Resmi kurumların evimizdeki tek temsilcisidir. Zaten annemiz de "babana söylerim" diye diye zamanla aramızda görünmez bir duvar da örmüştür.

Bütün bu bizim biçtiğimiz rolleri üstlenen Babalar da duygularını kendi içlerinde yaşarlar. Bundan bırakın şikayet etmeyi, söz etmeyi bile gurur konusu yapıp hiç ses çıkarmazlar. Sonuçta Babalar, bizim gözümüzde evdeki polistir, ceza veren yargıçtır! Hatta her ihtiyacı karşıladığı için levazım başçavuşudur. Eksik, ihtiyaç, sıkıntı onun sorunudur. Eh, bu kadar rolü üstlenen insan tabii ki, yalnızdır. Kız çocuklar bu kuralı kısmen bozup babayla yakınlık kursalar da, Babalar yine yalnızdır.

Bunu ben bizzat Baba olduğumda daha iyi anladım. Ailemi üzmemek adına bazı sıkıntıları onlardan gizlediğimde kafama dank etti. Demek ki, babam da böyle yapmıştı. Tüm babalar böyle yapmış olmalıydı. Çünkü ülkemizde bir Babalık Okulu olmadığından, bende herkes gibi babalığı deneme yanılma yöntemiyle öğreniyor ve babamın bize davranışlarından dersler çıkarıyordum. Öncelikle anladım ki, bir baba olarak akşam eve döndüğünde hep güçlü görünmeliydim. O günkü üzüntüleri, sıkıntıları eve yansıtmamalıydım. Çocuklarım beni hep güçlü görmeliydi. Şarkılardaki gibi: "Aslan baba! Sen çok yaşa!"

Burada "Babalık Okulu" konusuna ayrı bir bölüm açmak istiyorum. Ülkemizde bisiklet kullanmak için bile kursa gidip ehliyet almak gerekirken, Baba olmak için bir kriter gerekmiyor. Aile hakkında bilgi sahibi olmadan, kitap okumadan, herhangi bir kursa gitmeden kolayca Baba olabiliyorsunuz. Bir iş başvurusu yaptığınızda çeşitli belgeler isteniyor, Baba olmaya kalktığınızda nasılsa bunların hiçbirine gerek kalmıyor. Hele hele günümüzde su ve elektrik tesisatçısı, boyacı, beyaz eşya tamircisi gibi birçok meslek için sertifika zorunlu olduğu halde Babalık için hiçbir koşul aranmıyor. Sonuçta isteyen herkes böylece Baba olabiliyor. Tabi bunun bir bedelini de kadınlar ve çocuklar çekiyor. Çünkü bu şekildeki Babaların bazıları öncelikle kendi ailesine zarar veriyor. Peki, temel iletişim bilgilerinin verileceği bir Babalık Okulu açmak çok mu zor? Değil elbette! Böyle bir okul olsa, aile içi şiddetin büyük oranda ortadan kalkacağına inanıyorum. Umarım bir gün bu düşüncem gerçekleşir.

Kaldığımız yerden devam edecek olursak; Baba evde güçlü olmak, en azından güçlü görünmek zorundadır. Diğer yandan kadınlar ve çocuklar kabul etmek istemeseler de, aslında onun da duyguları vardır. Baba da herkes gibi üzülür, sinirlenir, sıkılır. Biz kabullenemesek de böyledir. Onun da arada bir efkarlanıp şarkı söylemeye, hatta içini boşaltmak için ağlamaya ihtiyacı vardır. Ama o ağlayamaz. Çünkü erkekler ağlamaz. Biz böyle öğrenmişizdir. Baba, güç ve ciddiyet göstergesidir. Duygular anneye aittir. Anne ağlayabilir. Baba ağlarsa en başta eşi bile "Karı gibi ağlama" diyerek karşısına dikilir.

Erkekler Ağlamazmış

Kuyruklu büyük yalan Erkekler ağlamazmış Yıllarca doğru bildiğim En büyük yanlış Erkekler ağlamazmış

Sırf bu yüzden

Doya doya ağlayamadım

Bende kaldı gözyaşlarım Gözüme toz kaçtı diye Belki bini geçti yalanım

Bir gün doldum doldum biriktim Açtım gönül barajımın kapaklarını Hayata öylece meydan okuyup Gizlemedim saldım gözyaşlarımı

Erkekler ağlamazmış Kim demiş kim söylemiş

Kim söylemişse yalan söylemiş Doya doya kana kana ağladım Gökyüzü ağladı ben ağladım Hatta gökyüzü durduğunda Ben hala ağlıyordum Ağlamanın hakkını vererek Ağlıyordum

Baba evin direğiydi. Biz onu güç sembolü olarak gördüğümüzden insan yanını hep unutuyorduk. Anneye "seni seviyorum" derken Babaya demiyorduk. Buna gerek duymuyorduk. Babanın buna ihtiyacı yoktu ki! O sevgi ve duygu gibi kavramlardan arındırılmış bir canlıydı. Buna inanıyorduk! Babaya "seni seviyorum" demeye ne gerek vardı ki!

Oysa baba olduğumda, çocuklarımın "seni seviyorum" demesinden mutlu oluyordum. Çok güzel bir duyguydu bu. Yaşamdaki en güzel duygulardan biriydi. Ancak ben bu güzel duyguyu yaşarken aynı anda içimde bir hesaplaşma başladı. Vicdanım bana kendimle yüzleşmem gerektiğini söylüyordu. Çünkü bu yaşa gelmeme rağmen babama hiç seni seviyorum dememiştim. İşin aslı bunu istemiş ancak bir türlü diyememiştim. Ve Babamın bunu duymaktan çok mutlu olacağını da biliyordum.

Babamı çok sevdiğim halde bunu yüzüne söylemeyi başaramıyordum. Ne zaman söylemeye kalksam suçlu bir çocuk gibi tutulup kalıyordum. Oysa "Anne seni seviyorum" derken çok rahattım. Birkaç kez bu konuyu unutmaya çalışsam da, vicdanım beni zorluyordu. Bir kez olsun "Baba seni seviyorum" diyemeden ölürse ben ne yapardım! Bunu düşünmek bile istemiyordum. Babama mutlaka bu sihirli sözü söylemeyi başarmalıydım.

Peki, bunu niçin söyleyemiyordum? Tam söylemeye kalktığım anda bana ne oluyordu? Bayram ve tatil dönüşlerinde sürekli bu sorunu yaşıyordum. Vedalaşma anında annemin elini öpüp sarılırken rahatça "Anne seni çok seviyorum" diyor, babama gelince ancak elini öpebiliyordum. Ondan sonrası bir türlü olmuyordu. Yapamıyordum.

Bu bayramda yine aynısı oldu. Ankara'dan Devrek'e giderken defalarca bu kez başaracağım diye kendime söz verdiğim halde, yine Ankara'ya buruk bir şekilde dönüyordum. İçimdeki başarısızlığın verdiği sızıyla sürekli dualar ediyordum: "Allah'ım! Ne olur, Babam tekrar gelişime kadar ölmesin!

Devrek Ankara yolu tam 205 kilometreydi. Bunun 73 kilometrelik ilk bölümü, dağların arasındaki nehir yatağından kıvrılarak önce Mengen'e, oradan da E5 denilen İstanbul Ankara yoluna çıkıyordu. Henüz otoyol yapılmamıştı o zamanlar. İşte, Devrek'ten E5'e kadar geçen bir saatlik bölümde ediyordum bu duaları: "Allah'ım! Ne olur, Babam yeniden gelişime kadar ölmesin!"

O kendime kızgınlık, ancak bu bir saatlik sürede geçiyordu. Aslında geçmiyordu. Sadece ateşin küllenmesiydi bu. Köz, içimde beni yakıyordu. Neden "Baba seni seviyorum" diyemiyordum ki! Ya bu arada ölürse, ben bir ömür boyu bu acıyla nasıl yaşarım. Böyle düşüncelerle sürekli kendimi suçluyordum.

Babama bunu söylemeyen bir tek ben değildim aslında. Ağabeyim ve kızkardeşim de aynı durumdaydı. Çünkü hepimiz aynı duygularla büyütülmüştük. Sadece biz de değil, çevremizdeki herkes aynı durumdaydı. Babaya böyle şeyler söylenmezdi. Söylenemezdi. Baba ciddi bir insandı! Sevgi sözleri bu ciddiyete yakışmazdı. Biz öyle biliyorduk.

Şimdi düşünüyorum da bunda bizim hiç suçumuz yoktu. O zamanki anlayış böyleydi. Hatta bizden önceki kuşaklarda, babalar çocuklarını açıktan sevmez, geceleri uyurken gizlice saçlarını okşarlarmış. Hem büyüklere ayıp olmasın, hem de çocuklar şımarmasın diye. Sevgi, çocuğu şımartan suç unsuru gibiymiş anlaşılan. Babalar, çocuklarıyla "Şunu yap! Bunu getir!" gibi emirler dışında pek konuşmazmış. Yakın davranırsa çocuk şımarık ve saygısız olabilirmiş! Nasıl oluyorsa!

Bir bayram gününü hatırlıyorum. Küçük bir çocukken her bayram olduğu gibi Kozlu'dan köye gitmiştik. Dedem ocağın başında yerde otururken ben kucağındaydım. Bir elindeki maşayla ocağın közünü karıştırırken, diğer eliyle saçlarımı okşuyordu. Aynı anda babamla beraber dört amcam da tam karşımızda ayakta dikiliyorlardı. Tıpkı hazırola geçmiş askerler gibiydiler. Dedemin sorularına bir iki kelimeyi geçmeyen kısa yanıtlar veriyorlardı. Hepsi o kadar. Dedem kime sorarsa sadece o konuşuyordu. Onlar ayakta dikildikleri halde, Dedem "oturun" demiyordu. Dese de onlar oturmazdı. İşin aslı dedem de bunu demezdi.

Dedemin o gün oğullarıyla konuşmasını unutamadım. O sahne yıllar geçmesine rağmen gözümün önünden hiç gitmedi. Unutamayışımın asıl nedeni ise babam ve amcamlar asker gibi ayakta dikilirken, benim dedemin kucağında yayılarak oturmamdı. Babamın oturamadığı bir yerde oturuyor olmak bana büyüdüm hissi veriyordu sanırım. Babam, dedem ocağın közünü karıştırmak için yüzünü döndüğü anlarda, bana yerimden kalkmam için kaş göz işareti yapsa da, bunu anlamıyor görünmek çok zevkliydi. O gün babamın tüm ikazına rağmen yerimden kalkmadım ama daha sonra bunun bedelini kulağım çekilerek ödedim tabii. Ben sanırım dedem ve babam arasındaki saygı kurallarını radikal bir şekilde çiğnemiştim.

O günkü anlayışa göre çocuklar babanın yanında konuşmazdı. Bu çok yadırganırdı. Büyükler, konuşan çocuğa kızar, bir şey söylemeseler bile bakışlarıyla nerdeyse döverlerdi. Ayrıca normal zamanlarda "Falancanın çocuğu çok terbiyeli, çok akıllı! Büyüklerin yanında hiç konuşmuyor!" örnekleri verilerek, sana söylüyorum kızım, sen dinle gelinim taktikleri uygulanırdı.

Kabul etmek istemesem de, çocukluğumdan kalan bu alışkanlık bende hala yaşıyordu. Ben yanlış öğretinin izlerini taşıyordum. Mutlaka çok derine kazınmış olmalıydılar. Bunu aşabilmek için kendime sözler verip yeminler etsem de, babamla karşılaşınca takılıp kalıyordum. Bu tip alışkanlıkları değiştirebilmek gerçekten zordu. Üstelik yayımlanan bir şiir albümümde herkese "Seni seviyorum" demeyi öğütlememe rağmen.

Son bir saatiniz kalsa yaşanacak. Sadece bir saatiniz kalmış olsa, sadece bir telefon etme hakkınız bulunsa kimi arardınız? Ona neler söylerdiniz? O zaman ne bekliyorsunuz? Ne biliyorsunuz son saatiniz olmadığını? Ne biliyorsunuz son konuşmanızı bile yapamadığınızı? Belki de sonsuza dek yaşayacağımıza inanmak istediğimizden, nasılsa bir gün sevdiklerimize onları ne kadar çok sevdiğimizi söyleriz der, erteleriz. Çoğu zamanda, söyleme fırsatı bulamadan göçer gideriz bu dünyadan, ya da onlar giderler. Korkuyorsunuz değil mi? Seni seviyorum demekten korkuyorsunuz. Sevgilinize, annenize, babanıza, kedinize, güllerinize; seni seviyorum demekten korkuyorsunuz! Seni seviyorum dediğinizde, küçük düşeceğinizi, yelkenlerin suya ineceğini, teslim olacağınızı sanıyorsunuz. Halbuki; seni seviyorum, yüceltir sizi. Zaten sevdiğimi bilmiyor mu? Söylemeye ne gerek var, diyorsunuz. Yenemediğiniz egonuz yüzünden, seni seviyorum dediğinizde yaşayacağınız o güzelim anlar uçup gidiyor elinizden. Siz, sevdiğinizi hissettirmekle oyalanıyorsunuz. Hissettirmekle yetinmeyin. Bu sihirli kelimeyi söyleyin. Seni seviyorum. Seni çok seviyorum.

Biri sizi böyle arasa ne hissedersiniz? Dünyanın öbür ucundan arayan, sıcak, sevgi dolu bir ses; senden hiçbir şey istemiyorum. Sadece seni ne kadar çok sevdiğimi söylemek için aradım dese, ne hissedersiniz? Yaşanacak sadece bir saatiniz kalmış olsa, sadece bir telefon etme hakkınız bulunsa, kimi arardınız? Ona neler söylerdiniz? Hadi bugün en az üç kişiye seni seviyorum diyelim, belki de son saatimiz.

Ben bu öyküyü her dinlediğimde kendime bile itiraf edemediğim korkular yaşıyordum. Üstelik kendi yapmadığım bir şeyi başkalarının yapmasını öğütlemek de büyük bir saygısızlıktı. Bir bayram sonrası yine Devrek'ten Ankara'ya yola çıktığımda, ilk 73 kilometrelik bölümde içimden dualar ediyordum: "Allah'ım! Ne olur, babam tekrar gelişime kadar ölmesin!"

Ankara'ya döndüğümde yine için için kendimi beceriksizlikle suçladım. Bu dua, sonsuza kadar sürecek değildi ya! Bir çare bulmalıydım. Bu hep böyle sürüp gidemezdi. Kimin, bir dahaki bayrama çıkmaya garantisi vardı ki?

Sürekli erteleyerek "sonra yaparım" demenin, büyük bir yanlış olduğunu biliyordum. İnsan yapılması gereken bir işi ertelemek için çok kolay bahaneler bulabiliyor. Bunları sözde mantıklı açıklamalarla süsleyebiliyor. Bunu öylesine güzel yapıyor ki, sonunda kendi kendisini haklı çıkartıyor. İnsan bahane bulma konusunda bir uzman. Çünkü bir insan en kolay kendisini kandırıyor. Çevrenize bir bakın, şu sözleri bolca duyarsınız: "Hele şu gün bir geçsin de! Şimdi sırası mı? Sonra nasıl olsa bakarız! Bir müsait zamanda neden olmasın!" Bu ve bunun türevi cümleler tembelliğin en büyük belirtileri. Böylece kendimizi kandırır dururuz. Fırsat kaçıp gittikten sonra da yine bahanelerimiz vardır: "Bir fırsat olmadı ki! Niye düşünemedik ki!" Bu ise boş konuşmadan başka bir şey değildir. Geçmişte olmuş bitmiş ve konuştuğunuzda değişmeyecek bir olay hakkındaki ah vahlar kadar anlamsız bir şey olamaz. Hele koşullar uygunsa ertelemek, aslında tembelliktir.

Ruslar bu tembelliğe Oblomovluk derler. Bunun nedeni ise yazar İvan Gonçarov'un Oblomov isimli romanıdır. Bu kitaptaki Oblomov karakteri öyle tembeldir ki, yataktan kalkıp salona bile geçmez. Üstelik kendince her zaman çok mantıklı gerekçeleri vardır: Perdelerin akşam tekrar kapatılacağı için açılmasına gerek yoktur. Burnu aktığında mendilini aramak için salona giden hizmetçiye "niye orada arıyorsun ki, ben üç gündür yatak odasından çıkmadım" diye kızar. Halbuki Oblomov bizzat mendilin üzerinde yatmaktadır. Bu kitapta hatırladığım kadarıyla evinden bir arkadaşının ısrarları sonucunda çıkmıştı. Kitap abartılı görünse de bir insanın tembelliğe nasıl bahaneler bulduğu, kendisini nasıl kandırdığını anlatan çok güzel bir örnektir. Doğrusu benim yaptığımda bir çeşit bahane bulmaktı. Seni seviyorum, demekten korkmak, ya da bunu yapamayışımı çeşitli alışkanlıkların bir sonucuna bağlamak aslında bahane bulmaktı. Demek ki, bir çeşit Oblomovluk yapıyordum.

Babamla diyaloglarımız özellikle madenden emekli olduktan sonra çok güzeldi. Madende çalıştığı dönem her madenci gibi gergindi. Çabuk sinirlenirdi. Ani seslere karşı tahammülü yoktu. Bu ani seslerin ona maden ocağındaki bir patlamayı, ya da bir göçüğü çağrıştırdığını sonradan anladım. Tabii, madenciliğin dünyanın en zor mesleği olduğunu da!

Madencilerin kendine özgü bir dünyaları var. Hiçbir zaman birbirlerine dargın olmazlar. Birbirlerini bizzat tanımalarına da gerek yoktur. Ocakta göçük, grizu olduğunda hepsi birbirinin yardımına koşar. Bilirler ki, kendileri kaza geçirdiğinde de diğeri koşacaktır. Çünkü dışarıdan yardım gelmesi imkansızdır. Dolayısıyla bir madenci kimseden yardım beklemeden hemen olaya müdahale eder. Yer üstünde ise asla birbirleriyle selamlaşmadan geçmezler. Ocaktan çıkana "Geçmiş olsun" ocağa gidene "Uğurlar olsun" demeyi ihmal etmezler. Bütün bunlar için kıyafetlerinden bir madenci olduklarını anlamaları yeter.

Babam gündüz vardiyasında çalışırdı. (Ocaklarda üç vardiya bulunur. Sabah başlayan gündüz vardiyası, saat 16:00'da başlayan dört vardiyası ve gece 23:00'de başlayan on bir vardiyası) Sabah ortalık ağarmadan ocağa gittiğinden, sıkça "Allah'ın verdiği güneşi bile göremiyoruz" diye sitem ederdi. Bu şekilde tam yirmi beş yıl madende çalıştı. Bu süreçte gergin olması tabii ki, kaçınılmazdı. Çeşitli kazalarla karşılaşmış, birkaç yakın arkadaşının göçükte kalmasına da şahit olmuştu. İki kez bacağı, bir kez de kaburgaları kırılmıştı. Küçük bir çocuktum o zamanlar. Ayağı alçıdayken, evimizin önündeki karayemiş ağacının dibinde kızkardeşimle bize türküler söylerdi: "Cevizin yaprağı dal arasında. Meşeler göğermiş varsın göğersin. Kar yağıyor yağıyor abamı giyeceğim, ihtiyara varıp da babamı diyeceğim."

Bir grizu patlaması sonrasında kuyubaşına doğru Annemle birlikte yalınayak koştuğumuzu hatırlıyorum. Orta birinci sınıfın on beş tatiliydi. Evde çizgi roman Zagor okurken aniden canavar düdüğü çaldı. (Madenci aileleri sirene canavar düdüğü derler) Bütün kadınlar çocuklar, dik bayırlara kurulmuş gecekondulardan dere yatağındaki kuyubaşına doğru bir sel gibi aktılar. Yere düşenler, başörtüsü uçanlar, yuvarlananlar vardı. Annem o kadar hızlıydı ki, onu yakalayamadım. Kuyubaşına vardığımızda herkes dövünerek ağlıyordu. Çığlık atanlar, bayılanlar oldu. Bazı kadınlar üzerlerindeki elbiseyi yırtıp parçalarken delirmiş gibiydiler. Nasıl bir çaresizlikti. Benim için zamanın durduğu bir andı. Zaman o noktaya takılıp kalmıştı. O kargaşada kalabalığın içinde annemi buldum. Yalınayaktı, diğer kadınlari gibi bağıra bağıra dualar ediyordu. "Allah'ım biz ne yaparız! Çocuklarımız ne yapar! Allah'ım ne olur bize acı!" Böyle söylenirken bir an onunla göz göze geldim. Gözlerimiz birbirine takılıp kaldı. Nefesim tutuldu, yutkunamadım. Bizi koruyup gözeten o güçlü kadının yerinde şimdi aklını oynatmak üzere olan biri vardı. Ağlamak istediğim halde ağlayamadım. Annem acınacak haldeydi. Tıpkı benim gibi.

Kafesin kapısı her açıldığında içinden ölüler çıkarılıyordu. (Ocaktaki asansöre işçiler kafes derler) Sonra yeniden dört yüz yirmi beş metre derine gidiyordu. Babam tam oradaydı. O hergün gidip çalıştığı yerde. Zonguldak'ta yer altına doğru bu şekilde kat kat ocaklar vardı. Yeryüzüne en yakını yüz metredeydi. Sonra iki yüz, üç yüz, üç yüz altmış diye aşağıya doğru devam ediyordu. Kömür damarı nerdeyse orada bir galeri açıldığından, Zonguldak'ın altındaki her bir katta yeni bir şehir vardı.

Jandarma kuyunun çevresinde bir emniyet şeridi oluşturmuştu. Ancak kuyunun tepesindeki makaranın sola dönüşünden kafesin yaklaşmakta olduğunu anlayan kadınlar, şeridi aşıp kargaşaya neden oluyorlardı. Bir can pazarıydı yaşanan. Kafes kapısı yeniden açıldığında iki işçi uçlarından tuttukları çuvalı taşırken birden çuval yırtıldı. İçinden düşen ceset parçaları göründü. O an kadınların duaları bağrışmaya dönüştü. Ne dedikleri anlaşılmıyordu. Bu kargaşa o gün ne kadar devam etti bilemiyorum. Kuyubaşındaki makara sola doğru her döndüğünde kafesten Babamın çıkması, ama sağ olarak çıkması için dualar ediyordum. Sonunda Babam geldi. Kapkara maden tozunun içindeki gözleri kan çanağı gibiydi. Öksürmeye çalışırken boğulacak gibi oluyordu. O gün yaşadığımız o acıyla karışık sevinci unutamam. Acı diyorum çünkü madenden çıkamayanlar veya ölü çıkanlar vardı. Bu ocaklarda aileler ölüye bile sevinirler. Çünkü patlamanın şiddetine göre bazen işçiden hiç parça kalmadığı da olur.

Babam emekli olduktan sonra o kadar güler yüzlü, o kadar sakin bir insan oldu ki! O gergin madenci gitti, yerine yeni bir insan geldi. Herkese hoşgörülü, şakalar yapan, sürekli gülen, hiçbir şeye kızmayan babam, sanki madende geçen günlerden intikam alıyordu. Ve ben Babamın bütün bu güler yüzlü tavrına rağmen, bir türlü kendisini sevdiğimi söyleyemiyordum. Demek ki, sorun bendeydi.

Ankara'ya döndüğümde, geçmişte yaşanan bu olayları düşündükçe gözlerim doluyordu. Babamı çok seviyor ama bunu söyleyemiyordum. Hele bunun üstüne bir de gazeteci Hıncal Uluç'un bir yazısını okuyunca, duygu yumağı bir şey olup kaldım. Hıncal Uluç, boşandığı Amerikalı eşini havaalanına götürürken aralarında şöyle bir konuşma olmuştu:

Kadın: Beni seviyor muydun?

Hıncal: Ne demek! Tabii ki seviyordum. Kadın: Peki, neden hiç söylemedin?

Hıncal: Zaten biliyordun! Söylemeye gerek duymadım. Kadın: Peki, Ben sevdiğimi söylerken hoşuna gidiyor muydu? Hıncal: Evet! Hoşuma gidiyordu.

Kadın: Yani bunu duyduğunda mutlu oluyordun öyle mi? Hıncal: Evet! Mutlu oluyordum.

Kadın: Peki, benim de mutlu olacağımı hiç düşünmedin mi?

Gazeteci Hıncal Uluç, bu sözü duyduğunda "kafama dank etti, ancak iş işten geçmişti" diyordu.

Ankara'dan Devrek'e doğru bayram tatili için yola çıktığımda, bu kez sınava çok iyi hazırlanmıştım. Çalışmaktan nerdeyse kitabı yutmuş bir öğrenci gibiydim. Soru nereden gelirse gelsin hiç fark etmezdi. Kendimden emindim. Bu kez başaracaktım. Hiçbir engeli kabul etmiyordum. Bu bayram benim için özel bir anlam taşıyordu. Çocukluğumdan beri edindiğim, edinmek zorunda kaldığım bir geleneği yıkacaktım. Bu bayram benim için "Baba seni seviyorum" bayramı olacaktı.

Devrek'e vardığımızda, her zamanki gibi annemin ve babamın elini öpüp hasret giderdikten sonra köyümüze gittik. Ancak benim aklımda hep dört gün sonraki veda zamanı vardı. Bir tiyatro oyuncusunun rolünü çalışması gibi iç dünyamda sürekli prova yapıyordum. İşi asla şansa bırakmayacaktım. Hiçbir bahane zaferin yerini tutamazdı. Hani derler ya; insanlar geminin karşılaştığı dalga ve fırtınalarla ilgilenmez, limana ulaşıp ulaşmadığına bakarlar. Ben, bu kez gemiyi limana çıkaracaktım.

Daha öncekilerde bana çok kısa görünen bayram tatili bu kez oldukça uzun geldi. Bir türlü bitmek bilmiyordu. Çünkü en baştan beri veda zamanını bekliyordum. O anı iple çekiyordum. Sonunda bayram tatili bitti ve dönüş için evin önüne inip valizleri arabanın bagajına koydum. Annem "Yolunuz açık olsun! Kazasız belasız gidin!" dedikten sonra defalarca elini öpüp sarıldım. Ancak aklım Babamdaydı. Sanki biraz sonra suç işleyecek bir çocuğun ruh halini taşıyordum. Kalp atışlarım hızlanıyordu. Ellerim terledi. Dudaklarım kurudu. Babam hemen önümdeydi. Onunla göz göze gelmemeliydim. Bakışlarında "Ciddi ol" gibi bir emrivaki hissedip vaz geçebilirdim. Bunun için anneme sarıldıktan sonra hemen babamın elini öpüp sarılmalıydım. Burası kırılma noktasıydı. Anneme birkaç kez daha sarıldıktan sonra, hiç ara vermeden babamın elini öptüm. Ardından boynuna sarılırken de tüm cesaretimi toplayıp kulağına seslendim:

"BABA BEN SENİ ÇOK SEVİYORUM!"

Öyle rahatladım ki! Öyle bir rahatladım ki! Bu nasıl anlatılır. Üstelik bunun üstüne şunu da

duydum:

"BENDE SENİ SEVİYORUM OĞLUM!"

Ağlamaya başladım. Gizli gizli, eşime ve çocuklarıma belli etmeden. Başımı öne eğip yüzümü saklıyordum. Üstüme büyük bir zaferin tatlı bir yorgunluğu çöktü. Meğerse benim bunu söylemeye ne kadar çok ihtiyacım varmış. Bunu ne kadar çok arzulamışım. Bu anı yaşamak içimde o kadar çok duyguyu coşturdu ki; sevinç, hüzün, özlem, mutluluk birbirleriyle sarmaş dolaş olmuşlardı. Duygularım bir sarkaç gibi en uç noktalarda dolaşıyordu. Çılgınca bağırmak istiyordum. Gökyüzünü yırtan bir şimşek gibi bağırmak. Çocuklaşmak istiyordum. İçimdeki çocuk oyunlar oynamaya başladı. Üstelik hepsini aynı anda. Saklambaç, köşe kapmaca, körebe, beş taş, sek sek, bütün oyunları. Şu an üniversiteyi kazanan bendim. İşe girdiğini öğrenen bendim. Sınıfta en yüksek notu alan bendim. Abidin Dino'nun resmini yapamadığı mutluluk bendim.

Arabaya binip hareket eder etmez sevinç çığlıkları atmaya başladım. Bir sarhoş narası! Şen bir kahkaha! Tiz bir çığlık! Direksiyonu bırakıp el çırpmalar! Kolları iki yana açıp oynamalar! Gelin konvoyundaymış gibi çalınan klaksonlar. Bir kötü adam kahkahası! Kıvrak bir türkü! Tempolu bir şarkı! Bunların hiçbiri tam değildi. Hepsi yarım yamalaktı. Hepsi birbirine karışmıştı. Çılgınca bir tepinmeydi bu. Sanırım bu yüzden mutluluğun resmi yapılamıyordu.

Başarmıştım! Korktuğum şeyin üstüne giderek onu yenmiştim. Vazgeçmeyerek başarmıştım. Vadideki dere yatağında kıvrılan yolda giderken sevincim sürekli artıyordu. Arabanın camını açıp dağlara doğru haykırdım: "Babaa seni seviyoruuum!" Çığlık attım. Sesim dağlarda yankılandı. Yeniden haykırdım. Yeniden! Yeniden! Dağlardan gelen sesi de duydum: "Babaa seni seviyoruuum!"

Dualar ediyordum: "Allah'ım şükürler olsun! Duamı kabul ettin! Ben "Babaa seni seviyoruuum!" deyinceye kadar babamı yaşattın! Şükürler olsun!" Devrek Ankara yolu ilk kez bu kadar güzeldi. Sevincim E5'ten geçip Ankara'ya kadar sürdü. Herşey bir başka güzeldi. Dünyanın en mutlu insanıydım. Sonunda "Baba seni çok seviyorum!" diyebilmiştim.