Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Işıl Özgentürk, bugünkü köşesinde Zonguldak´ı yazdı...


Zonguldak! Bu Kentin Altı da Üstü de Hikâye

Işıl Özgentürk/AL GÖZÜM SEYREYLE/ CUMHURİYET


Birkaç gündür Zonguldak’tayım. Burada iki kent var, biri toprak üstünde, orada hayat hepimizin bildiği bir biçimde akıyor. İnsanlar uyanıyor, işe gidiyor, çocuklar okullara dağılıyor, çalışılıyor, alışveriş yapılıyor, akşamüstü kafelerde sohbet başlıyor, gece güzelim meyhaneler kadın-erkek kahkahalarıyla dolu.

Bu hepimizin bildiği bir hayat.

Ama bu kentin bir de “yeraltı” hayatı var.

Yeryüzünden binlerce metre aşağıda, sürüp giden bir yaşam var.

Bu yaşam tıpkı mitolojilerde olduğu gibi, ölümün ve karanlığın hâkim olduğu bir yaşam.

Ama bu yaşamda insanoğlunun bilgeliği, yaşama sevinci ve dayanışma ruhu, ölümü ve karanlığı hiçe sayıyor.

Ve toprağın üstüyle altı her an birlikte, yaşamı zenginleştirmeye çalışıyor. Yaşam Zonguldak için paylaşım, dayanışma ve neşe demek.

Ve bu nedenle Zonguldak’ta yer gök hikâye. Ben sizlerle bu hikâyeleri paylaşmaya çalışacağım. Yeraltından ve yeryüzünden ama şimdilik, Zonguldaklı dostum Kadir Tuncer’in, (herkes ona “Kadir Hoca” diyor, o bir maden işçisi ve bir araştırmacı) kendi yaşamından öyküler anlattığı “Güneşe Hasret” kitabından, dokuz yaşında kendi tabiriyle madenkeşliğe başlayan“Küpeli Yusuf”un hikâyesi sizlere bir merhaba diyecek.

“Yıl 1909-1910, ben dokuz yaşlarındayım. Neyse, bizim köylülerle beraber Kumpanya’nın birine işbaşı yaptık. Yaşım küçük diye bana iş vermediler, ben ağlamaya başlayınca iş verdiler. Küfe ile sırtımda kömür çekmeye başladım. Ocaktaki bu işi boyları kısa olanlar ve çoğunlukla çocuklara yaptırırlardı. Sonra sonra yaş ilerledi ‘tabanlara’ geçtim, sonra ‘kesene’ almaya başladık, derken ‘Savaş’ zamanı daha çok çalışmaya başladık. Çalışmamız 15 saatten aşağı düşmezdi. Bazen 20 saat ocakta kalırdık. Kurtuluş Savaşı yıllarında bizi cepheye almadılar ama bu köylerin yaşlısı-genci Lenin tarafından Filyos (Hisarönü) sahiline gemiyle gönderilen sandıklar dolusu cephaneyi, Tefen’e (Gökçebey) sırtımızda çektik. Oradan alıp Atatürk’e getiriyorduk. Ne yalan söyleyeyim, bu iş bize cephede savaşmaktan çok daha fazla gurur veriyordu.

Neyse, Cumhuriyet ilan edildi biz ocaklarda gene aynı çalışıyoruz. Cumhuriyet’ten önce çok çektik. Hele Türkiye’nin yağma hasanın böreği olduğu zamanlar, önüne gelen ‘burası benim’ diyor alıyor. İşte o zaman Fransızlar da Zonguldak’ı kendilerinin saymışlar. Kendi vatanımızda köle gibi çalışıyoruz, bir de paramızı alamıyoruz, bu da gücümüze gidiyordu.

Cumhuriyet’e yakın neler çekmedik oğul? Çocukluğumda, gençliğimde gün yüzü görmedim, hep madenlerde, karanlıkta yaşadım durdum, aynı ‘yarasa’gibi. Onlar da öyle yaşar ya...

Cumhuriyetten sonra, Kozlu’da çalışıyorum. Eh artık ben de şef oldum. Dediler ki, ‘artık Türkiye’de olduğu gibi Zonguldak’taki işçilerin de sendikası olacak. Havzadan 30 kişi kadar Ankara’ya sendikacılığı öğrenmeye gittik. 10-15 gün Ankara’da kaldık. Kâğıtlar nasıl doldurulacak öğrendik. Geldik Zonguldak’a resmi işlemler yapıldıktan sonra herkes kendi bölgesine gitti. Biz de geldik Kozlu’ya. Yazıhane açtık ama amele gelmiyor. Biz anlatıyoruz, amele ‘ihh ben olmam’ diyor. Kozlu’da bir ayda ancak 10 kişiyi zar zor üye yaptık. O sırada Ankara’dan geldiler, 15 kadar üye yaptığımızı öğrenince bize etmediklerini bırakmadılar. Eee, biz zılgıtı yedik, durur muyuz? Baktık iyilikle bu iş olmuyor, çağırıyoruz ameleyi yazıhaneye, uzatıyoruz önüne kâğıdı, basıyoruz sopayı. Gözünü sevdiğim sopası. Böylelikle tüm Kozlu işçisini üye yaptık. Zorla sendikaya üye yapıyoruz diye o zamanlar biz kötüydük. Ama bak, şimdi işçi, ‘sendika beni üyelikten atar’ diye korkuyor.”

Evet, burası Zonguldak, yeraltı ve yerüstü kenti, bizden bir kent, fazlasıyla Türkiyeli.



Editör: Pusula Gazetesi